
İnsanlık yakın tarihte savaşlara, kıtlıklara şahit oldu ve büyük yokluklar yaşadı. Bir parça kumaş, bir küçük kap, bir karış ipin bile çok güç bulunduğu günlerden geçti. Böyle bir dönem onları zaruri olarak tutumluluğa alıştırdı; eski kıyafetlerden paspas yapmak, ipleri uç uca ekleyip kullanmak gibi marifetler kazandırdı.
Bu nesil; tutumlu olmanın, kanaat etmenin faydasına şahit oldukları için kendi çocuklarını da öyle yetiştirmek istedi fakat işler pek yolunda gitmedi. Ele geçen her şeyi tutma alışkanlığı da yine o günlerden miras kaldı. Tutumluluk, hayatı kolaylaştırıp bereket vesilesi olacakken zamanla anlam kaymasına uğradı ve yeni yetişen nesillerin hayatını zorlaştırmaya başladı. Tavsiye edilen şeyin adı onlara göre tutumluluktu ama işin gerçeği çok başkaydı.
Saman İstifçiliği
Bir dönem kompozisyon derslerinin popüler atasözüydü “Sakla samanı, gelir zamanı.” Müfredata nasıl, hangi amaçla, kimin kararıyla girdiğini bilmediğimiz bu atasözünü öğretmenler tahtaya yazdı. Öğrenciler de bu sözün gerçekliğini, tutarlılığını, faydalı olup olmadığını irdeleyemeden düşüncelerini ona uydurmaya çabaladı, bu savı destekleyen deliller bulmaya çalıştı. Böylece “zamanı gelir” inancı daha da pekişmiş oldu taze zihinlerde. Halihazırda aileden miras aldığı yanlış tutumluluk anlayışıyla büyüyen bu nesil, üstüne bir de nasıl hazırlandığını bilmediğimiz okul müfredatının azizliğine uğradı. Zamanı gelince o samanları saklamamış olmanın acısını yaşamamak, “ele-güne muhtaç olmamak” adına eşyaları biriktirdi de biriktirdi, yığdı da yığdı…
“Güçlü kadın olayım derken pehlivan oldum” diye internette dolaşan bir söz var. Bizim insanımızın durumu da buna benziyor. İhtiyaç duymadığı fazla eşyaları elden çıkaracak olduğunda bunu müsriflik sanarak o kadar sıkı sıkı tuttu ki eşyaları; tutumlu olayım derken istifçi oldu. Yüzyıllarca diğerkam, misafirperver, yardımsever olarak nam salan ‘Anadolu insanı’ böyle böyle cimrileşti ve bencilleşti. Ömrü boyunca belki %1 ihtimal lazım olacak samanları yıllarca erinmeden evden eve, odadan odaya, dolaptan dolaba taşırken, bugün %100 ona ihtiyacı olanların varlığını unutuverdi. Nice insan, çoluk çocuk kış günleri titrerken; kimi evlerde “Ya aynı anda 20 kişi birden bize yatılı gelirse?” diye istiflenen yorgan ve battaniyeler yıllar yılı bekledikleri yerlerde rutubete teslim oldu. Birçoğu kullanılmadan –hem de hiç kullanılmadan– ömrünü tamamlayıp çöpe gitti…

Sil Baştan: Ağustos Böceği ve Karınca Masalı
Elbette sadece bu atasözü değildi bizlerin kanına giren. Bir de La Fontaine amcanın ders kitaplarına alınan bir masalı vardı ki, istifçiliğe yapılmış en ünlü methiyeydi belki de. Yanlış aktarılan böcek yaşamıyla kim bilir kaç sene kandırıldı insanlar. “Kandırıldı” diyoruz, çünkü işin gerçeği çok başka…
Karıncaların beslenmesi esasen türlere göre değişiyor. Bitki tohumları, nektarlar, böcek parçaları gibi birçok besinle besleniyorlar ama yuvaya taşıdıkları her şeyi yemiyorlar (yani bütün çabaları yiyecek depolama amacı taşımıyor). Bazı besinleri tarım ve hayvancılık için kullanıyorlar. Evet, tıpkı insanlar gibi tarım ve hayvancılık yapıyorlar (Yaa çen çiftçi mi oydun 🙂 ) Yuvalarında bazen yapraklarla mantar yetiştiriyor, bazen de yaprak bitlerini besleyerek onlardan şekerli bir sıvı elde ediyorlar.
Peki ya Ağustos böceği? Masalın bu kısmı doğru, Ağustos böceği gerçekten de herhangi bir yiyecek hazırlığı yapmıyor. Ama bir sorun, niye yapmıyor? Bu böcekler dünyaya geldiklerinde 13-17 sene boyunca toprak altında yaşıyor. Bu sürenin sonunda 4 haftalığına yeryüzüne çıkıyorlar. Ağustos sıcaklarına fon olan “cır cır cır” seslerini çıkarak –masala göre “şarkı söyleyerek”– kendilerine eş arıyorlar. Bu 4 hafta boyunca gerçekten de herhangi bir kış hazırlığı yapmıyorlar, çünkü Ağustos ayından sonra yaşamıyorlar. Yani kış için yiyecek biriktirmelerinin bir anlamı yok!

Anlayacağınız, yıllarca bize gerçekten de “masal anlatmışlar” ve ne acı ki biz de yutmuşuz…
Nesilden Nesle Aktarılan Papazlar
Hepsi bu kadarla kalsa iyi. Bir de bizim çeyiz sorunsalımız var ki, tam doktora tezi konusu.
Eğlenceli bir iskambil oyunu, Papaz Kaçtı. Destedeki 4 papaz(kral)dan 3’ü kenara ayrılır ve sadece bir tanesi bırakılır. Kartlar dağıtılır, herkes kendi kartlarına bakıp içinden aynı karttan 2 tane olanları elinden çıkarır. Sonra sırayla birbirinden 1 tane kart çekip elde kalan tekleri aynı şekilde çiftleyerek elden çıkarmaya çalışır. O arada papaz da oyuncudan oyuncuya geçer tabii. Papazı elinde tutan kişi renk vermemeye çalışır, karşıdaki papazı çektiyse gayriihtiyari rahatlayıp gülümser, diğeri de biraz bozulur, gerilir. Böyle böyle kartlar biterken en son papaz kimde kalırsa o kaybeder.
Bir derste hocam içi boşalan çeyiz kavramını irdelerken bu oyuna atıfta bulunup şöyle demişti: “O masa örtüsü herkesin birbirine bırakacağı papaz değil ki! Kadın kızına bırakmış, o da kendi kızına bırakıyor. Naftalin kokuyor örtü…” Gerçekten de böyle olduğuna sadeleşme eğitimlerinde defalarca şahit oluyoruz. Kendimize bazen itiraf edemesek de, biraz irdeleyince fark ediyoruz ki bu el emeği yadigarların önemli bir kısmı aslında bizim istemediğimiz eşyalar. Kim kendinden sonraki nesle aktarırsa bir “oh” çekiyor. Ama çoğunlukla toplumsal baskının etkisiyle suçluluk hissedip bu konudaki gerçek düşüncelerimizi örtbas etmeyi, duygularımızı yok saymayı, kendimizi ertelemeyi tercih ediyoruz.

Değersizi Değerlendirmek
İnsana ayak bağı olan bir diğer problem de “bir şey yaparım” düşüncesi. Hedefine göre eşya tutmak yerine, eşyaya göre hedef koyma hatasına düşüyor birçok insan. Bir küçük ipliği, koca bir boruyu, boy boy kabloyu, her türlü kutuyu (ah o kutular 🙂 ) saklıyor “değerlendiririm” diye. Eşya insana hizmet edecekken, insan adım adım kendi değerini düşürüp eşyanın hizmetkârı oluveriyor. Zamanla disposofobi/atma korkusu yaşamaya başlıyor. İşine yaramayan eşyaları elden çıkarmak istediğinde “Ya lazım olursa?” vesvesesi karabasan gibi çöküyor üzerine ve onu kararından vazgeçiriyor. Böylece insan o geridönüşümlük, değersiz eşyaları değerlendirme çabası içinde farkında olmadan kendi değersizliğini inşa ediyor. Ve gerçekte neyin değerli olduğunu ayırt etme becerisini yitiriyor.

Hani üniversite sınavına giren öğrenciler bazen hayallerindeki bölümden daha yüksek puan alır da haberi duyan birtakım eş-dost-akraba aniden ortaya çıkıp gencin başına üşüşür. Sırf daha yüksek puanlı diye “daha prestijli” zannedilen bölümleri yazması için baskı yapar. (“Daha çok, daha iyidir” yanılgısı diyoruz biz buna.) Haliyle bu kadar baskı gencin kafasını karıştırır ve hiç hayal etmediği bölümleri yazıverir. Sonrası bunalımlar bunalımlar bunalımlar, okulu bırakma isteği ile suçluluk hissi arasında sıkışmalar, zar zor okulu bitirip mesleğe tahammül etmeler, mutsuz ve başarısız geçirilen yıllar, puan ziyan olmasın diye ziyan olan hayatlar… İşte eşyada da durum aynı. Eşya israf olmasın diye zamanı, enerjiyi, sabrı, parayı, sağlığı, planları, öncelikleri israf etmek…

Kim Bunlar: Tutumlu, Müsrif, Cimri ve İstifçi
Bir yerde kavramların anlamı değişince her şey yerinden oynamaya başlıyor. Zamanla iyiler kötü, kötüler iyi; doğrular yanlış, yanlışlar doğru oluyor ve insan farkı fark edemiyor. İşte tutumluluk ve israf da günümüze gelene dek bu kavram karmaşasından nasibini almış.
“Tutumlu” kimdir diye baktığımızda sözlüklerdeki tanım şöyle: “Gelirini ve giderini idareyle kullanan, aşırı harcamalardan kaçınan, gereksiz yere harcama yapmayan.” Sözlük tanımlarının yeterli olmadığı durumlarda başka tanımlardan destek almakta yarar var. Yaptığımız şeyin tutumluluk olup olmadığını anlamak için güzel bir kriter: “Gerçek tutumluluk gün sonunda kıtlık değil, bolluk hissettirmeli.” Bu tanımı baz aldığımızda bir insan “gelecekte bulamazsam” kaygılarıyla doluysa, elindekileri kullanmaya kıyamıyorsa, başkalarına da veremiyorsa; buna tutumluluk demek biraz safdillik olur. Peki bu davranışın adı nedir? Bir insan bir şeyi hem kullanmıyor hem de kullandırmıyorsa size kimi hatırlatıyor? TV kanallarındaki İstifçiler belgeselini ya da Moliere’in Cimri tiyatrosundaki baş karakteri hatırlayanlar lütfen el kaldırsın. 🙂
İstif, Yunancadan geldiği tahmin edilen bir kelime. İstiflemek, “yığmak, tıka basa doldurmak” gibi anlamlara geliyor. İstifçi de “malları/eşyayı istif eden, stokçu” şeklinde tanımlanıyor. Cimri ise “paraya ve mala aşırı düşkünlüğü yüzünden elindekini gerektiği gibi harcayamayan, harcamaya kıyamayan; eli sıkı, pinti, varyemez” olarak açıklanmış. İmam Gazali’nin tanımı ise daha sade ve derin: “Cimrilik, verilmesi gerekeni vermemektir.”
Müsrifliğin tanımı için ise tutumluluğun zıddını düşünebiliriz. Yani “aşırı ve gereksiz harcama yapan” diyebiliriz. Cimrilik nasıl bir aşırılığın ucundaysa, diğer ucunda da müsriflik var. Yani müsrif verilmemesi gerekeni veren, tutması gerekeni tutamayandır.
İnsanın zihni bir konuda aşırılıktaysa bunu değiştirmeyi düşününce zihni hemen diğer aşırılığa gider. Sarkacın bir uçtan bırakılınca diğer uca doğru savrulmasına benzer bu. Cimri de elindeki fazlalıkları verirse müsrif olacağını zanneder. Halbuki iki aşırılıktan başka bir üçüncü seçenek var; o da orta yol. Yani denge. Yani tutumlu ve cömert olmak.
Öyleyse diyebiliriz ki; cimrilik insana yokluk inancıyla, yoksunluk korkusuyla plansız, hedefsiz, rastgele hamleler yaptırır. Müsriflikte de böyledir, öngörülü ve planlı hamleler yerine rastgele hamleler vardır. Yani cimri ve müsrif bir yerde birleşir, çünkü bütün aşırılıklar kardeştir (acı gerçekler 🙂
Sonsuz İhtimaller
Bu hayatta insanın başına gerçekten de her şey gelebilir. Birçok şeye aniden ihtiyaç oluşabilir. Hayattaki ihtimaller sonsuzdur ve sonsuzluk bırakın kontrol etmeyi, insanın algısının bile ötesindedir. Bu nedenle tutumlu kişi genel ihtiyacına göre hareket eder. Bir hedefi, hedefe yönelik bir planı ve plana bağlı öngörüleri vardır. Tedbirini öngörülerine göre alır, “ya…” diye başlayan ihtimalleri düşünüp vaktini heder etmez. İnsanın tatil için yola çıkarken yanına mini bir sağlık çantası alması, önceki tatil deneyimlerinden kaynaklanır. Gideceği yerdeki hava durumuna bakıp uyumlu kıyafetler alması da bu açıdan fayda sağlayan bir tedbirdir. Yola çıkarken sadaka vermesi de tedbire dahildir ve cömertliktir. Bunların her biri yola çıkma kararına göre, yani hedefe yöneliktir. Fakat bir insanın “Ya yolda tatile gitmekten vazgeçip geri dönmeye karar verirsem” diye yedek dönüş bileti alması ne kadar tuhaf geliyorsa, işte istifçiliğin ve cimriliğin insana yaptırdıkları da böyle: Sonsuz ihtimaller karanlığına kurşun sıkmak…

Lazım Oldu da Ne Oldu?
Seminer ve eğitimlerde sık sık “Peki ya verdiklerimiz lazım olursa ne olacak?” diye soruyor ve hemen arkasından ekliyorlar: “Ama gerçekten de eşyayı verdikten sonra lazım oluyor!..”
Hepimiz dürüstçe kendimize soralım: Acaba hayatımız boyunca bahar temizliklerinde, taşınmalarda vs. elden çıkardığımız nice eşyadan kaçı lazım oldu? Bunlar lazım olunca büyük bir kaos yaşadık mı? Yoksa alternatif bir çözüm bulup yolumuza devam mı ettik?
Hocamın bir sözü var: “Çölü suyla geçemezsiniz, susuzluğa dayanıklılığınızla geçersiniz.” İnsanın tüm acziyetine rağmen, her ihtimale karşı hazırlıklı olabileceğini zannetmesi ne garip… Bizler gündemimizde olmayan her duruma karşı bir tedbir, her ani gelişmeye karşı hazırlıklı olabileceğini zanneden küçücük varlıklarız. Peki, içimizde hiç “Ya bir depremde vs. tüm eşyalarımı kaybedecek olursam” diye başka bir şehirde/ülkede ev kurup, buradaki eşyalarının tamamının – fotoğraflar ve aile yadigarları dahil– birer kopyasını yaptırıp o eve koyup hazır eden var mı? Hayır. Peki böyle bir kayıp ihtimali var mı? Evet.
Tabii ki böyle bir ihtimali düşündürmedeki niyetimiz bu yazının okurlarının endişelerini körüklemek değil. Anlatmaya çalıştığımız şey, bizim çölde su depolayamayacağımız gerçeği. İnsan ancak sabrını, marifetini, esnekliğini, tevekkül ve teslimiyetini arttırabilir –ki sınavı da zaten buradadır. Hz. Hacer’in kaç damacanası vardı İsmail’le çölde yalnız kaldığında? Böyle deyince komik geliyor insana. Elbette Hacer validemizin suyu yoktu ama Allah’a güveni vardı. Bu teslimiyetle geçti sınavını ve sonuçta bırakın bir depo suyu, ona hâlâ durmaksızın akan suyun kaynağı verildi: Zemzem… Hz. İbrahim de İsmail’inden vazgeçince İsmail ona geri verildi.
Peki bu öykü sadece onların öyküsü mü? La Fontaine masalı mı? Hayır…
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Doğrusu biz Allah’a aitiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz’ derler. İşte Rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.”
Bakara Suresi, 155-157. ayetler
Tüm bunlardan anlıyoruz ki bu dünyada biz bir şeyin mutlak yokluğuyla değil, geçici yokluğuyla sınanıyoruz. Ve neyin peşinden koşarsak işte tam da o zaman sınavımızı gereksiz yere büyütüyor ve belki de daimi olarak o şeyi kaybediyoruz.
Çözüm: Haddini/Sınırlarını Bilmek
İmam Gazali “Haddini/sınırını aşan her şey zıddına dönüşür.” der. Cimrilik ve müsrifliğin kardeş olması da bu yasayla ilgili. Kıvamını kaçırdığımız her şeyden zarar görmeye başlıyoruz. Günde 1-2 litre su içmek bir bedeni arındırırken, 4-5 litre içmesi zıddına dönüşüp organlara zarar verir. Aşırıya kaçıp ihtimaller denizine doğru açıldıkça açılmak tam zıddına dönüşerek hayatı yaşanılmaz kılar. Ve insan ileride yaşanma ihtimali olan herhangi bir zorluktan kaçmak için çabaladıkça, hayatını daha da zorlaştırdığının farkına varamaz.
Olacak O Kadar izlemiş neslin hemen hatırlayacağı bir karakter var: Kameraman Cevat Kelle. Bazı öğrencilerim Sadeleşme Eğitimi’ne gelmeden önceki hallerini anlatırken derste ona atıfta bulunuyorlar. 🙂

Eğer biz de bu biricik hayatımızı bir Cevat Kelle olarak geçirmek istemiyorsak kendimize hatırlatalım: Biz insanız ve aciziz. Gaybı, geleceği bilemeyiz. Ortalama ihtiyaçlarımıza göre orta yollu bir hayat kurabiliriz ancak. Küçük küçük tedbirler alırız ama tüm hayatımızı ihtimaller üzerine inşa edemeyiz. Bu sürece girersek işte gerçek israfı o zaman yapmış oluruz.
Kuran’da ilk sayfalardan itibaren defalarca malından infak etmeye davet edilirken insanın “ihtiyacı olmayan şeyleri ihtiyacı olanlarla paylaşması” ne zamandan beri müsriflik oldu, bilmiyorum. Üstelik Arapçadaki zekat kelimesinin temizleme, arındırma anlamına geldiğini hatırlayacak olursak…
İçeriden veya dışarıdan gelen “Verme, yazık, dursun, kullanırsın, çocuğuna verirsin…” seslerine karşı aşağıdaki ayetleri hatırlayalım. Hatırlayalım ki daralan bilincimiz açılsın, zihnimizdeki bulanıklıklar netleşsin ve irademiz güçlensin.
Onlar hem cimrilik eder hem de insanlara cimriliği emrederler ve Allah’ın kendi lütfundan verdiklerini saklarlar…
Nisa Suresi, 37. ayet
Onlara “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiğinde, onlar ‘Biz atalarımızdan ne gördüysek ona uyarız’ dediler. Peki, ya ataları akıllarını kullanmamış veya doğru yolu bulamamışlarsa?
Bakara Suresi, 170. ayet
Kendimiz için geç olmadan bir karar verelim: “Büyüklerimden gördüğüm gibi eşyaya hizmet etmeye devam mı edeceğim, yoksa artık eşya mı bana hizmet edecek?” Kendi hayatının dümenini ikinci seçeneğe doğru çevirmek isteyenler için, nesillerdir saklanan samanları bugün ihtiyacı olanlarla paylaşma zamanı. Geldi de geçiyor zamanı…