
Bu yazının taslağını hazırlarken fonda Belkıs Özener’in Sevemedim Karagözlüm şarkısını duyunca duruverdim. Şarkı, Türkan Şoray’ın Karagözlüm filmindeki meşhur repliğiyle başlıyor. Olay şu: Türkan Şoray sesinin güzelliği keşfedilmiş ve hızla şöhret basamaklarını tırmanmakta, tırmandıkça şımarmaktadır. Kadir İnanır ise hep gizli kalmayı tercih etmiş, mütevazi yaşayan bir bestekârdır. Sevdiği kadının alkış ve para karşısındaki değişimi sebebiyle ondan uzaklaşır, başkasıyla evlenmeye karar verir. Nişan törenine davetli sürpriz şarkıcı Türkan Şoray salona girip de sevdiği adamın nişanı olduğunu anlayınca dünyası başına yıkılır. Ve şarkıya girerken şöyle der: “…Bir şey daha öğrendim bu şarkıyla: Her şeye sahip olmak isteyen, elindekini de kaybediyor…”
Hem Rıfkı Hem Necati
12-13 yıl evvel bir dergide Senai Demirci’nin röportajını okumuştum. İnsan evlilikte bir insana evet derken aynı zamanda geri kalan tüm erkeklere/kadınlara hayır demiş oluyor diyordu. Çok basit gibi gelen ama bence çok bilgece bir bakış açısıydı. Bunu tüm hayata uyguladığımızda neler neler çıkıyor… Senai Demirci kadar afili olmasa da sadeleşme eğitimlerimde ben de şöyle diyorum: “Hem Rıfkı hem Necati olmuyor.” Rıfkı ve Necati bizim bu hayatta aynı anda istediğimiz ama gerçekte asla yan yana gelemeyecek isteklerimizi temsil ediyor. Öyle ki, birinden vazgeçmediğimizde ikisini de kaybediyoruz. Birini tercih edip ötekine sınır çizmekle karşı karşıya kalıyoruz daima.
Gerçek şu ki bu hayatta büyük bir şeyi istemek, beraberinde birçok şeyi de istememeyi, yani birçok şeyden vazgeçmeyi gerektirir. Nasıl ki her şeyi değerlendirmek isteyen biri minik minik kumaş parçaları, artık ipler biriktirme dürtüsünden vazgeçmeyince büyük işler üretemiyor; hayatta da önemsiz işlerden vazgeçmeyince esas mevzuya geçemiyoruz. Bu durumlar için bir Teoman şarkısı der ki: “Çok kadın hiç kadındır.”
İnsan zannediyor ki bu hayatta istediği pek çok şeyi aynı anda yapabilir. Bu istekler –sağlıklı beslenmek ile tez yazmak gibi– birbirini destekliyorsa evet, elbette. Fakat bunlar birbirine ket vuran, kafa karıştıran isteklerse –telefon bağımlılığı ile tez yazmak gibi– işte o zaman işler değişiyor. Gün boyu süren mesaj trafiği ve birkaç dakikada bir bölünen dikkatle bir konuyu derinleştirmek nasıl mümkün olabilir? Ve hangi psikiyatrik ilaç buradaki dikkat dağınıklığını çözebilir?

Ufak Bir Doz Dopamin
İletişim teknolojilerini bir kere kullanmaya başlamak, içine girince çıkması zor bir dünya. Kimimiz uzun süre akılsız telefonda dirensek de bir süre sonra bazı kolaylıklar sağladığından (biraz da dışarıda yalnız kaldığımızdan) akıllı telefona geçtik. Sürekli “bildirim var mı, dur bakayım mesaj mı geldi, ay çaldı sanki” diye adeta telefonla yaşayan, telefonla uyuyan, telefonla gözünü açan insancıklar haline geldik.
Ara sıra bağımlılığımızın boyutlarını fark edip çözüm için bir şeyler denemiyor da değiliz elbette. Uygulama silme, hesabı dondurma, bildirimleri engelleme veya sessize alma gibi geçici çabalarımız oluyor. Bununla beraber tekrar dayanamayıp uygulamaları geri yüklemelerimiz, “bi şeye bakıp çıkıcam” deyip 3 saat gezinmelerimiz de hiç az değil. Bunun bir sebebi; duygusal, ani kararların pek uzun ömürlü olmaması. Bir diğer sebebi de problemi çözmeyen, sadece bağımlılığın içeriğinin değiştiği hamleler yapmamız; Instagram’ı silip WhatsApp’a sarmak, oyunları silip Youtube’a dalmak gibi…
Dijital Minimalizm kitabında bu problemi detay detay anlatan Cal Newport, uygulamaların özellikle uzun saatler geçirmemiz üzerine kurgulandığını aktarırken Facebook’un kurucu başkanı Sean Parker’ın 2017 yılındaki bir konuşmasından alıntı yapıyor: “İlk örneği Facebook olan bu uygulamaların inşasında rol oynayan düşünce sürecinin gelip dayandığı yer şuydu: ‘İnsanların vaktini ve bilinçli dikkatini azami düzeyde nasıl tüketebiliriz?’ Bu, sizlere ara sıra ufak bir doz dopamin vermemiz gerektiği anlamına geliyordu ve bu da birilerinin fotoğrafınızı veya gönderinizi beğenmesi ya da yorumlamasıyla gerçekleşiyordu.” Ufak doz dopaminler… Tam da Sezen Aksu’nun Küçüğüm şarkısındaki “Elimde yalandan, kocaman, rengarenk, geçici, oyuncak zaferler” tanımı buraya uymuyor mu?

Toplantı Paradoksu
Üniversitede en yakın arkadaşımla derslerden ve gönüllü faaliyetlerden fırsat oldukça buluşur, muhabbet ederdik. Her seferinde laf lafı açar, konuştukça konuşasımız gelirdi. Dertleşirdik, hayal kurardık, durduk yere heyecanlanırdık… O kadar tatlıydı ki muhabbetimiz, ayrılmak istemezdik ama bizi bekleyen işleri hatırlayınca üzülürdük. Sonra birbirimizi şöyle teselli etmeye başladık: Bu ukdelerimizi kesintisiz, sonsuz muhabbet edebileceğimiz yere erteleyelim dedik. Çünkü ikimiz de bu dünyaya muhabbet için gelmediğimizi çok iyi biliyorduk. O sadece bir araçtı; birbirimize gerçeği, sabrı, iyiliği tavsiye edelim diye vardı. Eğer o muhabbetleri uzatsaydık ve ana mesaimiz haline getirseydik hiçbir yere varamazdık. Bazı işyerlerinde ve sivil toplum kuruluşlarında toplantı yapmaktan iş yapmaya vakit kalmaması gibi…
İnsanın kaliteli ilişkilerinin olması şükür gerektiren büyük bir nimet. Bazen ulaşması haftalar süren ya da yolda kaybolan mektuplar dönemini düşünürsek günümüzdeki teknolojik imkanlar da birer nimet. Bununla beraber biliyoruz ve her gün deneyimliyoruz ki irtibatın aşırısı zarar veriyor. Mesajlaşmalarda zincirleme espriler, şakalaşmalar, komik paylaşımlar gerçekten çok eğlenceli. Bununla beraber bizi yapmamız gereken işlerden alıkoyan, dikkatimizi bölük pörçük eden bir yanı da var. Özellikle de çoğu zaman mesaj yoluyla irtibat kuruyor ve birkaç farklı grupta yer alıyorsak… (Bildirimleri sessize mi alalım? Yo dostum yooo… Grup espriden yıkılırken nasıl okumadan durabiliriz, söyler misin?) Sosyal medyada like’lama, yorum yapma ve stalk’lama konusuna girmiyorum bile! Peki, böyle oyalanıp da bitirilmeyi bekleyen onca işin baskısı altında ezilince yakınlarımıza gerçekten kaliteli bir zaman ayırabiliyor muyuz? Maalesef gün sonunda Rıfkı elden gidiyor ama Necati de bize yâr olmuyor. Uzaktakini yakın edemediğimiz gibi yakındakinden de oluyoruz.
İnsan teyzesini çok sevebilir, onu özleyebilir, onunla bir araya gelince çaylı-çekirdekli muhabbet etmekten büyük keyif alabilir. Fakat bu sevgi onu takip etmeyi ve sürekli mesajlaşmayı zorunlu kılmıyor. İnsanın buna mecbur hissetmesi tıpkı teyzesinin hediye ettiği danteli, teyzesini saklar gibi yıllarca saklamaya benziyor. Halbuki bu ikisi bam-baş-ka şeyler.
Less is More / Az Aslında Çoktur
İşte tam burada o endişe sahnede beliriyor: “İyi ama nasıl olur da takipten/gruptan çıkarım, benim hakkımda ne düşünür?!”
Hepimiz bu endişeye kapılıyoruz. Gayet insani olan bu duruma Sarah Knight şöyle cevap vermiş: “Şunu çok iyi bilin ki, başkalarının ne düşündüğünü asla kontrol edemezsiniz. Kontrol edebileceğiniz tek şey kendi davranışlarınızdır.” Yani sınır çizerkenki üslubumuz, nezaketimiz bizim kontrolümüzde ama karşı tarafın bunu nasıl yorumladığı onun kendi süreci, biz oraya karışamıyoruz. Kitabın ilerleyen sayfalarında Knight bu sınır çizmeyi neden yapmamız gerektiğini de hatırlatıyor: “Bütün amacımız umursanması gereken şeyleri, umursanmaya değer ilişkileri ortaya çıkarmaktır. Ve bu değerli ilişkileri korumak, bu ilişkilerin gerektirdiği şeyleri umursayarak daha çok zaman ve duygusal alan yaratmak.”
Uzaktaki sevdiklerimizle yüz yüze olmadığımız zamanlarda bu kadar yoğun irtibat halinde olmazsak, buluşmaların keyfi daha da artıyor. Doya doya özlemişiz, konuşacak çok şey var, neler yaptığını merak ediyoruz… Ama iki buluşma arası sürekli mesajlaşsak, selfie’leşsek o tatlı özlem olmuyor işte. Herkes her gelişmeden haberdar oluyor ve kavuşunca da konuşacak şey kalmıyor. Haliyle, o güzelim bayram günlerinde hepimiz telefonlara bakarken buluyoruz kendimizi.

Teknolojiyi sınırlandırırken elbette insanın yalnızlaşmaktan korkması çok doğal. Ancak, bir kere dijital detoksa girdiğimizde bunun aksi olduğunu görüyoruz. Çünkü “Beğen butonuna basmayı, sosyal medya gönderilerine yorum yapmayı bırakır ve mesajla daha zor ulaşılır hale gelirseniz, ilişkileriniz güçlenir.” Başta tepki gösterseler de kişi doğru olduğuna emin olduğu kararında net ve samimi olunca, bir süre sonra insanlar ona saygı duymaya, hatta özenmeye başlıyorlar.
Seçme Becerisi
Bu yazıya niyet ettiğim günlerde üniversite öğrencisi çok sevdiğim bir kardeşim Şule Gürbüz’den şu sözü gönderdi: “Yaşamdaki en büyük başarı, seçip ayıklayıp pek az şey bırakmaktır. Önemli olan, sevip yaptıklarınız değil; belli bir bilinçle kaldırıp attıklarınız, sizi meşgul etmesine izin vermediklerinizdir.” Sadeliğin en tanınan temsilcilerinden Steve Jobs da “Focusing is about saying ‘no’.” yani “Odaklanmak, ‘hayır’ demekle ilgilidir.” derken tam da bunu söylüyordu. Odaklanma ve bir şeyi bitirmek hakikaten birçok şeye hayır demekten geçiyor. Bunu #EvdeKal günlerinde homeoffice olarak evden çalışan pek çok kişi gayet iyi tecrübe etmiş olsa gerek. Bilgisayarda çalışırken –yani kelimenin tam manasıyla mesaideyken– anneler odaya giriyor ve “Akşama ne yemek yapayım?” diye soruyorlar ya da ayıklanacak mercimeği masaya bırakıp gidiyorlar. Nasıl ki bu iyi niyetli, masumca araya girmeler zar zor toparlanmış dikkati bir anda tuzla buz ediyorsa; internete bağlı telefonların da bize yaptığı işte bu…
Fazla eşyaları sadeleştirirken insanlar hangi kısma düşkünse –kitaplar, anı eşyaları vs.– o kısma geldiğimizde şöyle tepkiler veriyorlar: “Asla dokunmam onlara. Hem zaten çok yer kaplamıyor, neden sadeleştirmem gerektiğini anlamıyorum. Durmasında ne sakınca var ki?” Bizler bir şeylerden vazgeçmek istemediğimiz için toplamda yaşadığımız zararı fark edemiyor, nasıl da kendi ayağımıza çelme taktığımızı göremiyoruz. Oysa seçmek demek mutlaka ki bir şeylerden vazgeçmek demek. Her seçim bir vazgeçiştir. Geçmiş anılarda yaşamayı seçen kişi, bugünü yaşamaktan vazgeçer. “Ben ikisini de seçeyim” dediğimizde mutlaka başka bir şeylerden vazgeçmiş oluyoruz fark etmesek de…
90’larda vefat etmiş, Suriyeli bir alim olan Abdulfettah Ebu Gudde; gençler kendisine “Hocam ne okuyalım, ne önerirsiniz?” diye sorduklarında şu cevabı verirmiş: “Önce benim Zamanın Kıymeti kitabımı okuyun, sonra da ne isterseniz onu okuyun.” Belli ki onu okuduktan sonra çok seçici olmaya başlayacaklarını, ıvır zıvır şeylerle vakit kaybetmediklerinden pek çok kıymetli eseri okuma imkanı bulacaklarını biliyordu. Ebu Gudde o kitabındaşu satırlara yer veriyor: “Bilesin ki senin düşüncen her şeyi kuşatamaz. Bu sebeple önemli olanları bir tarafa ayır. (…) Gece-gündüz devamlı gayret etsen bile ihtiyaçlarını karşılamaya yetmez. Bu sebeple yapacağın işler ile bırakman gereken işleri birbirinden ayır. (…) İhtiyacın dışındaki şeylerle geceni ve gündüzünü meşgul etmen durumunda, ihtiyacın olanı bir köşeye itmiş olursun.”
Dijital Yükler
Bizim irademiz bir şeyden uzak durmaya yetiyor ama yaklaşınca yapmamaya yetmiyor. O ağacın dibine girince o meyveyi yiyoruz. İşin özeti bu. Gençlere kızan, ayıplayan teyzeler-amcalar Facebook kullanmaya başladıktan sonra gençler onların elinden telefonu alamaz oldu. Demek ki sorun yeni nesille değil, insanın özüyle alakalı. 40-50 kişilik akraba grupları kurdular WhatsApp’ta, akşama kadar birbirlerine fotoğraf-video atmaya başladılar. Galeriler doluyor taşıyor, telefon hafızası isyan ediyor, “yeter” diyor. 150 kişilik grupta bir kişi “hayırlı cumalar” yazsa, bitti! Geçmiş olsun. Sırasıyla o 150 kişi yazıyor “hayırlı cumalar, hayırlı cumalar, size de hayırlı cumalar, herkese hayırlı cumalar, tüm ümmet-i Muhammed’e hayırlı cumalar…” Susmuyor o telefon.
Peki onlarca insanla bu türden selamlaşma, bir kişiyle yüz yüze selamlaşmanın yerini tutuyor mu? Hangi gülen yüz emojisi samimi bir tebessümden daha mutlu ediyor? Hangi mesajlaşma karşılıklı kahve içerken bir şeyler paylaşmanın hazzını veriyor?
Bazen telefonu kaldırıp atmak geliyor içinizden biliyorum. Ama buna gerek yok. Bir süre uzak durup dengeye geldikten (resetlemeden) sonra, sınır çizmek kafi. Yoksa dışarıda o civarda kimsenin bilmediği bir adrese ulaşmaya çalışırken harita-konum kullanarak yolu bulmak, marketten fotoğraf gönderip “hangisini alayım” demek, karşı taraf müsait değilse ve biz de yazacak durumda değilsek ses kaydı göndermek, dışarıdayken acil bir iletişim bilgisini internetten arayıp bulmak… Bunlar hayatı kolaylaştıran şeyler. Biz dengenin kolaylığını, faydasını kabul edelim, aşırılığın zararını reddedelim.

Haber Almama Hakkı
Zihni doldurup dikkat bölenlerden biri de haberler. Durmadan değişen gündem. Siyaset, ekonomi, magazin vs. Değiştiremeyeceğimiz, müdahale edemeyeceğimiz, bizi doğrudan ilgilendirmeyen konularda bize faydalı olmayan bilgileri düzenli olarak yüklenmek de öğretilmiş bir şey. Mecburmuşuz gibi geliyor ama kim karar verdi bunun mecburiyetine bilmiyoruz. Elaine St. James, İç Dünyanızı Sadeleştirin kitabında haberlere de değiniyor: “Hayatımızı sadeleştirmeye karar verdiğimizde yaptığımız ilk şeylerden biri, dergi ve gazete aboneliklerimizin çoğunu iptal ettirmekti. Ayrıca televizyon haberlerini de izlemeyi bıraktık. O zaman bunu yaparken amacımız iki yönlüydü: 1.Yapmak istediğimiz düşünce ve okuma çeşitlerine daha çok zaman ayırmak. 2.Evimize ve hayatımıza gelen fiziksel, duygusal ve psikolojik çöplüğün miktarını azaltmak.”
Seminerlerde ya da arkadaş ortamında bu konu açıldığı zaman haberleri takip etmenin insana nasıl bir faydası olduğunu sorduğumda genellikle şu cevabı alıyorum: “Genel kültür sahibi olmak.” Duya duya kanıksadığımız bir şey genel kültür kavramı ama aslında kalitesiz bir kavram. Genel kültür sahibi olmak demek, her şeyden az az bilmek ama hiçbir şeyi kullanıp fayda görecek kadar kapsamlı bilmemek demek. “Genel kültür” diyen insanlar, bir ortamda gündem konuşulduğu zaman diyecek bir şeylerinin olmamasından endişe ettiklerini itiraf ediyorlar. Elaine St. James’in buna da cevabı var: “Birisi sorduğunda neler olup bittiğini biliyormuş gibi görünmek için haberleri izliyorsanız, belki de önceliklerinizi gözden geçirmeye ihtiyacınız vardır. Gerçekten zamanınızı ve enerjinizi aslında hiç umursamadığınız birisine bilgili görünmek için kötü haberlere kendinizi boğarak harcamak istiyor musunuz?”
Bu konudaki deneyimimi paylaşmam da belki faydalı olur. Yaklaşık 4 yıldır neredeyse hiç haber takip etmiyorum, bunun eksikliğini de hissetmiyorum. Çünkü ihtiyacım olan haber bana zaten çevremden geliyor (mesela sokağa çıkma yasağı). Gündemin konuşulduğu ortamlarda alenen “haberleri takip etmiyorum” da diyorum. Ve bunu dedikten sonra garip karşılandığımı, kınandığımı hiç hatırlamıyorum. Aksine hemen herkes “Yaa aslında ben de pek bakmıyorum da…” diyerek tercihime destek veriyorlar. Biliyorum ki ben net olmasam, kendimi ezik hissetsem eleştirilirdim. Mevzu, neyi neden yaptığını bilmekle alakalı. Neden yapıyorum bunu? Çünkü biliyorum ki düzeltemeyeceğim konularda haber almama hakkımı kullanırsam, düzeltebileceğim şeylerden haberdar olur ve harekete geçebilirim.
Bazı insanların meslekleri sebebiyle gündemi takip etmeleri gerekiyor. Bu durumda Cal Newport’un kitabında yer verdiği tespit dikkate alınabilir: “Ünlü bir gazeteci, bir son dakika gelişmesini Twitter’dan takip ettiğinde çok fazla bilgi alıyormuş hissine kapıldığını, fakat ertesi sabah aynı gelişmeyi saygın bir gazeteden okuduğunda daha çok bilgilendiğini fark ettiğini söylemişti.” Devamında ise şunları öneriyor: “Dikkatinizi çeken bir mesele olduğunda bir Twitter etiketinde biriken karanlık fikirlere veya Facebook sayfanıza art arda düşen yorumlara dalmaktansa, büyük saygı duyduğunuz insanların bu konuda ne düşündüğüne bakmak kesinlikle daha faydalı olacaktır. (…) Az sayıda yüksek kaliteli içerik, büyük miktarlardaki düşük kaliteli içerikten çoğu zaman üstündür. Gıda için de geçerli bu, haber için de.”

İnternet Orucu
Duymuşsunuzdur; çalıştığı sektörün ya da yaptığı işin kendine ve başkalarına faydalı olmadığını fark eden ama henüz işi bırakma cesareti gösteremeyen bazı insanlar, 5-6 ay ücretsiz izne ayrılıyorlar. Uzaklaşınca duyguları pasifleştiğinden “tamam mı devam mı” konusunda daha bilinçli kararlar veriyorlar.
Ben de şimdi bu yazının okurlarını böyle bir izin/uzaklaşma sürecine davet ediyorum. Ramazan’ın son 10 günü bahanesiyle (13-22 Mayıs) minik bir internet orucuna niyet edelim. Oruç demem şundan dolayı: Nasıl ki Ramazan’da belli zaman dilimlerinde yiyor, kalan zamanlarda gıdalardan uzak duruyoruz; internet orucu da böyle. Hiç kullanmamak değil, sınırlandırmak. Bu sınırlandırma ağırlıklı olarak telefon için olacak. Çünkü en çok oradan gol yiyoruz.
İnternet orucunun şartları:
- Başlamadan önce, internet orucundayken kalan zaman ve enerjiyle neler yapmak istediğini belirlemek.
- Minimum 10 gün, daha iyi bir sonuç için 21 ya da 30 gün, bağımlılıktan kurtulmak için ise 63 gün(21×3) olarak niyet etmek.
- Oruç süresince mecburi olmayan tüm uygulamaları telefondan kaldırmak, iş/eğitim için mecburi olanları da sınırlandırmak.
Bunlar ana hatları. Şimdi son maddeyi biraz detaylandıralım ki zihnimizde somutlaşsın, kolaylaşsın:
- Sosyal medya (Instagram, Facebook, Twitter, Pinterest vb.) uygulamalarını telefondan silmek (Tercihen kaldırmadan önce hiç kullanılmayan hesaplar silinebilir, sık kullanılanlar dondurulabilir). Bu platformlarda şu sıralar takip ettiğimiz canlı yayınlar varsa şunu sormak: “Bu canlı yayın internet orucumu destekleyen bir içerik mi yoksa baltalayan bir içerik mi?” Destekliyorsa sadece o saatlerde girmek şartıyla bırakmak.
- Youtube ve Google uygulamalarını telefondan kaldırmak. Bu platformlardan bir şeye bakmak gerektiğinde acil ve önemliyse bilgisayardan girmek, acil değilse bir yere not etmek ve en az 3 gün beklettikten sonra hâlâ merak ediyorsak o zaman bilgisayardan aratmak.
- Oyunları, Netflix’i, haber uygulamalarını ve alternatif mesajlaşma uygulamalarını (Telegram gibi) telefondan kaldırmak; oruç boyunca bilgisayardan dahi girmemek.
- Mail uygulamalarını telefondan kaldırmak. Maili iş/eğitim amaçlı kullanıyorsak ihtiyaca göre belirli gün ve saatlerde bilgisayardan kontrol etmek (2 günde bir veya günde bir defa 13.00-14.00 arası gibi).
- Ve gelelim en çok bizi zorlayacak olan WhatsApp kullanımına… Eğer mümkünse oruç sürecinde WhatsApp’ı kaldırmak güzel olur. Fakat birçoğumuz –ben de dahil– şu an iş/ders/çocukların dersi sebebiyle kullanmak zorundayız. Ne yapılabilir diye epey düşündükten sonra şu çözümleri buldum:
- Bizi en çok meşgul eden gruplar olduğu için mecburi olmayan tüm gruplardan şimdilik çıkmak (akraba, aile, kuzen, arkadaş, vakıf/dernek vs. hepsi dahil). Çıkarken mutlaka gruba ayrılma sebebini nazik bir dille yazmak. Örneğin: “Merhabalar, bir dijital detoks programına dahil olmam sebebiyle WhatsApp gruplarından bir süreliğine ayrılmam gerekiyor. İnternet kullanımım sınırlı olacağı için özelden yazdıklarınızı da çok geç görebilirim. O nedenle direkt arayarak bana ulaşabilirsiniz :)” Oradaki “bir süreliğine” ifadesi önemli; onun yerine “geçici olarak” ya da “10 günlüğüne” vs. demeyelim. Belirsiz bırakalım ki sonra tekrar gruba girip girmemeye oruç bitince karar vereceğiz inşallah.
- Genel olarak telefonun internetini (hem wi-fi hem mobil veriyi) kapalı tutup sadece ihtiyaç sıklığına göre belli saatlerde açarak WhatsApp mesajlarını okuyup cevaplayıp çıkmak. “Durum” kısmından uzak durmak. 🙂
- Bir ihtiyaç için gönderilmeyen hiçbir resmi/videoyu/linki açmamak. (Otomatik indirme özelliği açıksa, WhatsApp ayarlarından kapatmak.)
- Son olarak, WhatsApp kullanamıyoruz diye SMS’e yüklenmemek. 🙂 Mecbur olmadıkça mesaj atmamak, aramayı tercih etmek. Aramaları da az ve öz tutmak, geyik muhabbetine girmemek.
Cal Newport dijital minimalizm için neden mutlaka 1 aylık uzaklaşma gerektiğini şöyle açıklıyor: “Detoksun sağlayacağı berraklık olmazsa, bağımlılık yapan teknolojilerin cazibesi kararlarınıza gölge düşürecektir.” Yani internet orucumuz bittikten sonra hangi uygulamalarla devam edeceğimize, bunları ne sıklıkla kullanacağımıza, hangilerini tamamen hayatımızdan çıkaracağımıza,; hangi gruplarda kalacağımıza daha sağlıklı, daha özgür, daha rahat bir şekilde karar verebileceğiz. Çünkü şu anki duygusal bakışımız o gün olmayacak.
Newport’un davetine icabet edenlerden bazıları bir ay boyunca bıraktıkları teknolojilere hevesle geri döndüklerinde artık bunlardan hiç zevk almadıklarını fark etmişler. Bazıları da uygulamaları telefondan kaldırıp belli gün ve saatlerde bilgisayardan biraz bakıp çıkmayı yeterli bulmuş.
Ya Bensiz Çok Eğleniyorlarsa?
İnsanız… Bazı şeyleri kaçıracak olma düşüncesi oruca niyet etmeyi biraz zorlaştırıyor. Oldukça aktif kullandığım şahsi Facebook hesabımı 2012 yılında dondurmaya karar verdiğimde ben de bundan dolayı zorlanmıştım. Hatta Facebook camiasına “bir süre buralarda olmayacağım” minvalinde kararımı duyururken Selçuk Erdem’in kış uykusu karikatürünü paylaşmıştım.

O dönemde, sosyal medyanın bana verdiği zararın verdiği faydayı çoktan geçtiğini görüp bu oruca ihtiyaç duydum. Facebook’u dondurduktan sonra o kadar rahatladım, o kadar iyi hissettim ki tekrar geri dönmedim. Hesabımı tamamen sildim ve sosyal medya yerine yazı yazmaya bol bol vakit ayırdım. Tüketimim (başkalarının paylaşımlarını takip etme-beğenme) azalınca, üretimim (yazı yazma) direkt arttı… Eğer bu aralar telefonu gözden uzak bir yere (cep tenekesine) koymasaydım okumakta olduğunuz yazıyı da yazamayacaktım. İnternette oyalanmaktan internet orucu hakkındaki yazıyı tamamlayamamak ne kadar da ironik olurdu!
Bizim Büyük Laylaylomluğumuz
Birkaç yıl önce telefon temizliği yaparken maillerimi ve WhatsApp mesajlarımı üşenmeyip tek tek silmiş ve acı bir gerçekle yüzleşmiştim: Faydalı ve güzel olan, ihtiyaç gideren çok çok çok az mesajım vardı! Evet; bunların bir kısmı ihtiyaca yönelik haberleşmelerdi ama ne yazık ki çoğu o anlık haz veren, yüzeysel etkileşimlerdi ve bana da yazıştığım kişilere de toplamda bir fayda sağlamıyordu. O temizlikten sonra hoşuma giden bir şey paylaşmadan önce daha çok düşünmeye başladım. Birçoğunun gereksiz olduğunu fark edip göndermekten vazgeçtim. Sırf gruptaki birinin mesajına reaksiyon vermiş olmak için emoji atmayı azalttım. Şimdi ise o ilk günlerdeki hassasiyetimin zayıfladığını, ara ara bu temizliğe ihtiyacım olduğunu fark ediyorum –tıpkı Ramazan ayının yılda bir gelip de bizi şöyle bir silkelemesi gibi…

İmam Gazali, dilin afetlerini anlatırken giriş için “boş şeyler konuşmak” başlığını seçmiş: “Elindeki sermaye ile hazine kazanabilen bir kimse” diyor, “onu bir çamur yığınıyla değiştirse ne kadar zarar eder; ömür sermayesini zikir ve fikir yerine boş konuşmalarla harcayan bir kimse de öyle zarar eder.”
Kuran’da cennet ehlini anlatırken Rabbimiz birkaç yerde “orada boş söz işitmezler” diyor. (Meryem 62, Ğaşiye 11, Vakıa 25, Nebe 35) Görünen o ki, orada boş söz işitmemenin yolu, burada boş sözler sarf etmeyi azaltmaktan geçiyor. Hz. Peygamber de (selam ona olsun) hem bizim büyük laylaylomluğumuzu bıraktıracak hem de “ne derler” endişemizi hafifletecek bir teşvikte bulunuyor: “Bir kimsenin lüzumsuz ve boş şeyleri terk etmesi, iyi bir Müslüman oluşundandır.”
Son olarak, “ne düşünürler” endişesi çok fazla olanların deneyim transferi yapabileceği bir alıntıyla bitirelim. İnsanın ölüme yaklaştığı an, gerçeğe en çok yaklaştığı an. Hemşire olan Bronnie Ware de ölümü yaklaşan hastalara “tekrar dünyaya gelseydin” sorusunu sormuş ve ortak cevapları Ölmeden Önce En Çok Pişman Olduğumuz 5 Şey adıyla kitaplaştırmış. En çok duyduğu, 1 numaralı pişmanlık her şeyi anlatıyor: “Tekrar dünyaya gelseydim, başkalarının beklentilerine göre değil, kendi doğrularıma göre yaşama cesareti gösterirdim.”
Kaynaklar
Cal Newport, Dijital Minimalizm, Metropolis Yayınları
Abdulfettah Ebu Gudde, Zamanın Kıymeti, Otto Yayınları
Elaine St. James, İç Dünyanızı Sadeleştirin, Ganj Kitap
Sarah Knight, …ittir Et Gitsin, Kuraldışı Yayınları
İmam Gazali, Dilin Afetleri, Çelik Yayınevi
Hadisin kaynağı: Müsned, I, 201; Tirmizi, Zühd 11; İbn Mace Fiten 21
Bronnie Ware, Ölmeden Önce En Çok Pişman Olduğumuz 5 Şey, Yakamoz Yayıncılık
NOT: Hizmette sınır yok! Oruç süresince WhatsApp profiline koyulabilecek bir görsel paylaşıyorum. İnternet orucu davetine icabet edenler bunu alıp kullanabilirler. Böylece “ya önemli bir şey olursa” kaygımız olmaz, önemli bir şey olursa da iletişimde kopukluk yaşanmaz inşallah. (Görsel, isteğe bağlı olarak WhatsApp durum kısmında da paylaşılabilir. Hazır onu koymuşken bari bu yazının linkini de paylaşın; başkalarını teşvik eder, safınızı güçlendirirsiniz 🙂 )
