Preloader
Jessie Willcox Smith, "Sıkılan Çocuk"

Sıkılmaya Övgü

Bugünlerde sosyal medyada #EvdeKal etiketiyle birtakım listeler paylaşılıyor. Şık tasarımlar, hoş görsellerle hazırlanmış bu paylaşımlarda evdeyken nasıl vakit geçirilebileceğine dair öneriler var. Aşağı yukarı benzer öneriler bunlar, “kitap oku, dizi-film izle, bitki yetiştir, örgü ör” gibi… Bunları görünce insan “Aaa, ne güzel düşünmüşler!” diyor.

Belli ki bu listeler insanlar evde sıkılmasın, aman boş kalmasın da dışarı çıkmasın diye gayet iyi niyetlerle hazırlanmış. Bununla beraber konu üzerine biraz detaylı düşününce evle, zamanla ve sıkılmayla olan ilişkimizde bazı problemler olduğu fark ediliyor.

Jessie Willcox Smith, “Bored Child”

Aaa, bak burada ne vaaar!..

Günümüz ebeveynleri arasında yaygın bir davranış biçimi: Sıkılan çocuk görünce hemen çocuğun dikkatini çekecek bir şey sunmak. “Aaa, bak burada ne vaaar!..” Bu artık mecburiyet sanki. Bir yerlerde şöyle bir sözleşme olsa gerek (anne-baba olur olmaz imzalatıyorlar?): Ebeveyn olmanın ilk şartı: Çocuk asla sıkılmamalı! Eğer çocuğunuz sıkılırsa ebeveynliğinize derhal son verilir. Anne-babalar çocuklarına durmadan eğlenceli bir şeyler sunmak zorunda hissediyor, telefon-tabletini onlara tahsis ediyor, “oyuncu anne, oyuncu baba” olmaya çalışıyor, olamadığı her saat için kendini kahrediyor. Oysa ailelerin çocuğu iyi yetiştirmek gibi bir sorumluluğu var ama eğlendirmek gibi bir sorumluluğu yok.

Bugün bu endişe sadece anne-babalarda mı? Hayır, tüm topluma yayılmış durumda. Sınıfta, seminerde, buluşmada ya da tatilde gruptaki biri sıkıldıysa diğer sıkılmayanlar kendilerini hemen bir şeyler yapmak zorunda hissediyor. Oysa asıl sorun birinin sıkılması değil, “sıkılan biri varsa hemen onu eğlendirmeliyiz” düşüncesi. Birinin sıkılması başkalarının problemi mi yoksa sıkılanın problemi mi? Salondaki herkes sıkılıyorsa konuşmacıda problem vardır evet ama sadece birkaç kişi sıkılıyorsa problem onlardadır.

Evde kalmamız gereken salgın sürecinde toplumdaki bu yanlış bakış açısı iyice ortaya çıktı. Ne yani, bırakalım da insanlar sıkıntıdan patlasın mı? Neden olmasın, belki de sıkılmak zannettiğimiz kadar kötü bir şey değildir.

Nedir bu sıkılmak?

TDK sözlüğünde sıkılmak kelimesini “can sıkıntısı duymak” olarak açıklamışlar. “Anlatmaya gerek yok, görüyorsunuz” der gibi tanım. Kamus-ı Türkî’de ise “daralmak, darlaşmak, tazyik olunmak, muzdarip olmak, sıkıntı çekmek” olarak geçiyor. (Sıkılmak kelimesinin üzülmek, utanmak gibi anlamları da var elbette ama şu an konumuzun dışında.) Cambridge sözlüğü de bored kelimesini şöyle vermiş: “Tired and unhappy because something is not interesting or because you are doing nothing.” Yani, “Bir şeyin ilgi çekici olmamasından ya da hiçbir şey yapmamaktan dolayı bıkkın ve mutsuz olmak.”

Jessie Willcox Smith, “Back to School Again”

İnsan neden sıkılır?

Cambridge’in tanımı bu soruyu bir miktar cevaplıyor ama biz daha da detaylandırmaya çalışalım. Vaktiyle akademisyen bir arkadaşım çok zaman geçirdiğini fark ederek Facebook hesabını kapattığında bilgisayarının (daha akıllı telefonlara geçilmemişti) varlık sebebini hatırlamakta zorlandığını aktarmıştı: “Bilgisayara bir süre öyle baktım ve ‘eee, bununla ne yapılıyordu şimdi’ dedim…” Şu an pek çoğumuzun durumu ona benziyor. Elimizdeki uzun saatlere bakıp “Eee?” diyoruz, “Bunlarla ne yapılıyordu şimdi?” Şaşkınız ve sıkılıyoruz.

Neden? Çünkü eğitim denince aklımıza müfredat, ders, hoca, ödev; iş denince de maaş, mesai, rutin geldiği için bunların yokluğunda boşluğa düştük. Bugüne dek birilerinin bize ne yapacağımızı söylemesine alışmıştık. Dolayısıyla her alışkanlık gibi onun dışına çıkınca afalladık. Şimdi de iş-okul-muhabbet dışındaki hayatımıza ne kadar yabancılaştığımız, amaçsız-hedefsiz insanlar haline geldiğimiz gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Biz meğer kendi kendimize kalmayı, bireysel üretimler yapmayı unutmuşuz. Ailemizi tanımaktan, onları anlamaktan uzaklaşmışız. Ev bize yabancı olmuş. Evimiz –Fatma Bayram Hoca’nın benzetmesiyle– bizi sarıp sarmalayan, koruyan, besleyen, büyüten bir ana rahmi olması gerekirken; sıkan, bunaltan bir yere dönüşmüş.

Sıkıntının hakkını vermek

Sıkılmak ilk bakışta olumsuz bir durum gibi görünüyor. Oysa hakkıyla yaşanmış bir sıkılma sürecinin ardından mutlaka bir hareket gelir. Tüpü yeterince sıkarsak ancak içindeki macun dışarı çıkar. Bebek ancak yeteri kadar sıkışırsa doğabilir. İnsan da yeteri kadar sıkılırsa / sıkışırsa potansiyeli ortaya çıkar.

Türkiye’de Daha Sade Bir Hayat ismiyle yayınlanan Simplicity Parenting (“Sade Ebeveynlik” diye çevirebiliriz sanırım) kitabının yazarı Kim John Payne de sıkılmanın faydasına dikkat çekiyor: “Bir çocuk sürekli meşgulse, bir aktiviteden diğerine geçiyorsa ‘ne yapmak istediğini’ anlaması çok zordur. Ama o sinir bozucu boşluk, ‘yapacak hiçbir şeyin olmaması’ hali gürültüyü susturmak gibidir. Sessizliktir. Bu sessizlikte hangi fısıltılı ses duyulur? Tabii ki çocuğun iç sesi.” (s.179) Payne, eğitim danışmanlığı yaparken reçete olarak günde 3 öğün sıkılma tavsiye ettiğini ifade ederek esprili şekilde çocukların mutlaka sıkılmalarını ve ebeveynlerin o sırada olabildiğince sıkıcı olmaları gerektiğini vurguluyor. Çünkü böyle yaparlarsa çocuk sıkıntıdan patlayacak –yani sıkıntı dip noktaya ulaşıp ömrünü yavaş yavaş tamamlayacak– ardından da üretime yönelik bir hareket başlayacak.

Peki, sıkılmanın bir dip noktası varsa ve son buluyorsa neden bu aralar insanların sıkılmaları nihayete varmıyor? Çünkü sıkılıyorlar ama sıkıntıdan patlama diye tabir edilen noktaya hiç varamıyorlar. Bazı insanların yıllarca depresyondan çıkamamasıyla benzer bir durum. Kimi insan yas sürecini (ayrılık, iflas, ölüm vb.) dibine kadar yaşar ve maksimum 6 ay sonunda toparlanmaya başlar. Kimileri de var ki onlar hiçbir zaman tam dibe batmaz, dibe yakın bir yerde asılı kalır. Dibe vursa ayağıyla dipten kuvvet alıp çıkacak ama ne kendini bırakıyor ne yüzeye çıkıyor. “Yaşasaydı bugün 72 yaşında olacaktı” diyor. Ertesi sene oluyor, “yaşasaydı bugün 73 yaşında olacaktı” diyor. Öteki, “ortağım kazık atmasaydı şu an milyonerdim” diyor; yeni bir işe girişmiyor. Bitmiyor onun depresyonu. Üzerinden 50 yıl geçmiş ama hâlâ aynı hikayeyi anlatıyor. Sıkılma da böyle. İnsan dibine kadar sıkılsa, sıkıntısını dip noktaya ulaştırsa hayatında bir açılım olacak ama yapmıyor, yapamıyor. Dibe yakın bir yerlerde gezinip duruyor. İlk gün de “of çok sıkıldım” diyor, 34. gün de “of çok sıkıldım” diyor. Bitmiyor onun sıkıntısı.

Sıkıl sıkıl, nereye kadar?

Peki bugün evlerinde kalan milyonlarca insandan ciddi bir bölümü neden sıkıntıyı lehine çeviremiyor? Bunun benim fark edebildiğim en bariz 2 sebebi, 2 engelleyicisi var:

1.Kabul etmemek: Çocuk misafirlikte sıkıldığında ne der: “Of gidelim, of çok sıkıldım, ne zaman gidicez, of neden geldik, burayı sevmedim, offf gidelim artık, burada hiç arkadaş yok, burada hiç oyuncak yok, gidelim gidelim gideliiiim, sıkıldııııııııııım.” Çocuk bunları söylemeye devam ettikçe mutsuzluğunun artması dışında hiçbir şey değişmez. Deneyimli anneler ne yapar? “Sıkıldım” diyen çocuğa iyilik olarak “Sıkı can iyidir, tez çıkmaz.” gibi bir anasözü söyler. Çocuk o an annesine acayip gıcık olur. Sıkıntısı daha da artar, gider yere yatar, tepinir. Sonra yorulur. Sonra hayallere dalar. Bir de bakarlar ki köşede terliklerle oyun kurmuş, kendi kendine oynuyor. Mutlu son! Çocuğun sıkıntısı dibe vurdu çünkü annesini gitmeye ikna edemeyeceğini anladı ve durumunu kabul etti.

Yetişkinlerin durumu farklı mı? Tabii ki değil. “Of, ne zaman bitçek bu süreç”, “ah, şimdi dışarda olmak vardı”, “of, evde tıkılı kaldık”, “of bitsin artık, darlandım”, of şu, of bu… İnsan şikayete devam ettikçe içinde bulunduğu durumu, sürecini, sınavını kabul etmemiş olur. Kabul olmayınca da hayatının fonunda daimi bir inşaat gürültüsüyle yaşar durur.

Jessie Willcox Smith, “When Daddy Was a Little Boy”

Diyelim ki bugün evde olmaktan şikayet ettiğimizi fark ettik, öyleyse hemen birkaç hafta öncesine gidelim. O günlerde de sabah erkenden uyanıp işe/derse gitmek zorunda olmaktan (“sabahın 08.00’inde ders mi olur ya”), araçlardaki kalabalıktan, kaldırımda dikilen insanlardan, kantindeki kuyruktan, maaşların azlığından, işlerin çokluğundan, öğrencilerden, personelden şikayet ediyor muyduk? Ediyorduk. Öyleyse şu anda şikayet etmemizde bir sıradışılık yok. Aynı şekilde; bugün evde olmaktan şikayet ediyorsak, yarın salgın geçince de şikayet edeceğiz demektir. Biz bu halimizi devam ettirirsek, her ne olsa şikayet edeceğiz. Çünkü dışarıda olup bitenden bağımsız bizim şikayetlerimiz.

2.Oyalanmak: İlk oyalayıcılarımız, eğlendiricilerimiz; yani internetle dünyayı ayağımıza getiren(!) telefonlarımız. Sürekli dikkatimizi çekmeye çalışan gıcık ve arsız bir misafir gibiler. Saatlerimiz “merak” kancasına takılıp giderken, kaliteli bir sıkılmaya ayıracak vaktimiz ve dikkatimiz kalmıyor. Çoğunlukla o ne yapmış, şu kimmiş, bu nereye gitmiş merakıyla dibe yakın bir yerlerde takılmaya devam ediyoruz. Beynimiz uyuşuyor, videodan videoya atlarken bir süre sonra bunalıyoruz ama “ay, içim şişti, yeter” diyecek kadar da sıkılmıyoruz.

Nasıl hayatta isteklerimiz sınırsızsa, merakta da aynı şey söz konusu. Her şeyi merak edecek bir kapasitemiz var. Amaçsız merakımızdan dolayı tıkladığımız yerlerde nice faydasız bilgi arasında geziniyoruz. Bunun yanında parça parça faydalı birçok bilgiyi dağınık ve yüzeysel şekilde zihnimize alıyoruz. Bu faydalı veriler üretime dönüşecek kadar derinleşmediğinden dolayı yine tüketim oluyor, faydalıyken zarara dönüşüyor. Telefondan başımızı kaldırdığımızda zihnimizin bulanmış olduğunu fark ediyoruz. Bu da daha çok sıkılmamıza sebep oluyor. Sonra “bir şeyler mi yesem acaba” diyerek buzdolabının kapağını açıp içindekilerle bakışıyoruz. Tüketimin kısır döngüsü.

Evet insanın istekleri sınırsız ama kaynakları (zaman, enerji, para) sınırlı. Bir çocuk haftalık harçlığının tamamıyla cips alırsa, simit almak istediğinde parası olmadığını fark eder ve aç kalır. İnsan da merakını abur-cubur bilgilerde tüketirse, ihtiyacı olan şeylere ayıracak merakı kalmaz. Çok zor bir durumdayken problemini nasıl çözeceğinin bilgisi karşısına çıkar ama o kulağını tıkar ve gider.

İkinci oyalayıcılarımız ise hobiler. Listelerde bitki yetiştir, yeni bir hobi edin vs. diyorlar. Tamam, hepimiz bitki yetiştirelim, yeni bir hobi edinelim. Çok güzel. Peki, sonra ne olacak? Etkinlik yapmış olucaz işte, boş durmıycaz, fena mı yani? Fena. Çünkü etkinlik yapmış olmak için etkinlik yapmak, “sanat için sanat” gibi bir şey. Okullar, eğitim sayfaları tam da böyle faaliyetlerle dolu maalesef. Sevgili anneler, tuvalet kağıdı rulosu ve plastik tabaktan yapılmış sanat eserleri(!) görmekten size de gına geldi mi? Eğitimciler tarafından itiraz edilebilir elbette. Bu etkinliklerin yapılma sebebini açıklarken beyinli, motorlu, becerili, gelişimli birtakım kavramlardan bahsediyorlar. Açık söyleyeyim, ben bu kavramlar hakkında bilgi sahibi değilim. Bizim köydeki dişleri dökülmüş Fatma nineye sorsak o da bilgi sahibi değildir. Fakat bir çocuğun nasıl beceri kazanacağını sorsak, işte onu çok iyi bilir ve gerçektir onun bilgisi. Plastik tabak ve tuvalet kağıdı rulosuna da ihtiyaç duymaz, gider çocuğa gerçek bir iş verir. Çünkü hayatı boyunca çocuk o işi yapacak.

Jessie Willcox Smith, “Afternoon Chores”

Faydalı bir amaca yönelik olmayan her hedef, her uğraş oyalayıcıdır. İnsan sadece boş kalmamak için patik ördüğünde evin her yeri –ve dahi tanıdığı herkesin evi– patik dolar. Bir gün olsun “bu kadar patiği kim giyecek” diye düşünmemiştir bu insan. Çok iş yapar ama bir amaca yönelik olmadığı için ihtiyaç gidermez, sadece evlerde fazlalık oluşturur. İnsanın bu hayatta iyi niyetli olması yetmez; düşünmesi, planlaması, ölçüp biçmesi de gerek. Yoksa farkında olmadan sadece oyalanır durur. Bir başkası ise düşünür, kafa yorar ve onun örgü örmesi çok kıymetli bir amaca hizmet eder. Aksi halde sanat için sanat neyse; okuma için okuma, örgü için örgü de aynı kapıya çıkıyor.

Bir de tüm gün oyalananlar var ki onların sıkılmaya vakti yok! Bu süreçte okunmasını tavsiye ettiğim İrade Terbiyesi kitabında Jules Payot bu tür oyalanmayı şöyle tasvir ediyor: “İşte size çok sık karşılaşılan bir tembellik örneği. Bu kişi nadiren boş durur. Gün boyunca, Brunetiére’in Racine üzerine yazdığı birkaç makalesini, jeolojiyle ilgili bir yazıyı okur. Birkaç gazeteye göz atar, bazı ders notlarına bakar, kompozisyonuna göz gezdirir, birkaç satır da tercüme yapar. Bir saniye bile boş kalmamıştır. Değişik alanlara el atması ve çalışkanlığı arkadaşları tarafından hayranlıkla karşılanır ama biz kendisini tembel olarak nitelendiririz. (…) Bu öğrenci bize, çok sık karşılaşılan dağınık tür olarak adlandırdığımız bir tembellik örneği sunar. Bu zihin dağınıklığı eğlenceli bir durum gibi olsa da sadece bir gezintiden ibarettir.” İnsan boş kalsa sıkılacak, durumundan rahatsız olacak ama ıvır zıvır işlerle uğraşan kişi kendi gerçekliğini göremiyor. O, gün sonunda bir şeyler yaptığını zannettiği için durumunu değiştirmek amacıyla bir düşünce sürecine girmiyor ve strateji üretemiyor. İşte şeytanın insanı oyalaması…

Sıkılmak için gerekli malzemeler

Peki, sıkıntının dip noktaya ulaşmasını nasıl sağlarız; şimdi de buna bakalım:

1.Kabul etmek, uyumlanmak: Bahsettiğim akademisyen arkadaşım Facebook’u kapatınca bilgisayarı ilk başta anlamını yitirse de bir süre sonra onu yeniden üretim amaçlı kullanabilmişti. Biz de hayatımızda oluşan bu boşluğu ne kadar kısa sürede kabul edip gerçeğe uyumlanırsak o kadar iyi.

Kuran’da hayatın her alanıyla alakalı stratejiler var. Onları görebilmek için biraz emek vermek, düşünmek veya o konuda bir olay yaşamak gerekiyor. Benim de #EvdeKal süreciyle beraber fark ettiğim bir yer oldu. Denizde fırtınaya yakalanan insanlar şöyle diyordu: “Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, mutlaka şükredenlerden olacağız.” (En’am Suresi, 63 – Yunus Suresi, 22) Devamındaki ayetlerde ise Allah onları kurtardığı zaman nasıl eski hallerine geri döndükleri aktarılıyordu. “Şükredenlerden olacağız” dediklerine göre içinde bulundukları durumda ve öncesinde şükretmiyorlardı demektir. Yani şikayetçilerdi. “Öncesi tamam da fırtına anında insan nasıl şükredebilir ki” sorusu gelebilir akla. Her fırtına anında mutlaka ki şükredecek bir şeyler vardır. Ayaklarını kaybettiyse elleri olduğuna, ellerini de kaybettiyse gözü-kulağı olduğuna, kanserli organı alındıysa nefes alabildiğine, çok küçük bir eve taşındıysa çadırda kalmadığına, çadıra girmek zorunda kaldıysa sokakta kalmadığına şükredebilir –ki dünya bu durumları yaşarken şükredenlerle dolu. Ama şükretmeyen de ne olsa şükretmemeye devam ediyor. “Ev çok küçük, sığmıyoruz” diyor; büyük eve gidince de “ev çok büyük” diyor, “temizliği bitmiyor”. Şu olursa mutlu olacağını düşünen kişi şart koşuyor ama ilk cayan da o oluyor. Samimi değil çünkü. “Mucize gösterirsen sana inanacağız” diyen, mucizeyi görünce “bize sihir yaptın” diyor. “Param olunca sadaka veririm” diyen, parası olunca “ihtiyaç sahibi kimseyi tanımıyorum ki” diyor.

Öyleyse şunu diyebilir miyiz? Şimdi elimizdeki nimetlere şükredersek yarın bu musibet kalktığında da gerçekten şükredenlerden oluruz. Şükür ise sadece sözle değil, yaşamından tatmin olmak ve imkanların hakkını vermekle olan bir şey. Öyle şükür sözleri var ki aslında şikayet. Mesela “buna da şükür” diyen biri şükür mü ediyor gerçekten? O zaman şükür için bugün evdeki imkanlarımızın hakkını verirsek yarın da dışarıda olmanın, açık havada hareket etmenin, insanlarla temas halinde olmanın, ilişkiler kurmanın hakkını verebiliriz.

Savaşlarda, müsabakalarda öyle hamleler var ki; insanın aleyhine gibi görünen bir durumu bir anda lehine döndürür. Bu sürecin hayatına verdiği zararları düşünen kişinin buradan zararla çıkacağı kesin. Ama neler kazandırdığına bakan kişinin ise lehine dönecek, bu da kesin. Evini ana rahmi gibi görenler bu süreçte gelişecek, güçlenecek ve yeni sürece hazır hale gelecek.

2.Oyalayıcılardan uzaklaşmak: Sadeleşme süreci, insanı birtakım faydalardan mahrum eden değil; aksine o faydalara ulaşmasına engel olan şeyleri azaltan bir süreç. Ve bu da sürekli bir şeyler ekleyerek değil, bir şeyler çıkararak oluyor. İnsanları –yetişkin ya da çocuk– onlara yeni uğraşlar bularak daha mutlu edemeyiz. Önce amaçsız uğraşları –yani oyalayıcıları– ellerinden almamız lazım.

Nil Karaibrahimgil, sıkılmaya övgü niteliğindeki “Tavşan Deliğinden Aşağı” başlıklı Tedx konuşmasında telefonlarla ilişkimizi sorguluyor. Üretim yapabilmesi için insanın sıkılmaya ihtiyacı olduğunu hoş bir dille anlattıktan sonra telefonların bizi nasıl engellediğine değiniyor. Bu probleme karşı bir stratejisi de var: “Cep tenekesi” dediği bir yer belirleyip (çekmece vb.) eve gelince cep telefonunu oraya koymak ve sıkıntıdan patlayıp üretime geçinceye kadar telefondan uzak durmak.

Bunun yanı sıra bizim merakımızı da disipline etmeye ihtiyacımız var. Bu sınırlı hayatta her şeyi öğrenecek merakımız yoksa ihtiyacımız olanı tespit edip merakımızı oraya yönlendirerek bu sorunu çözebiliriz. Televizyon veya internette karşımıza çıkan her şeyi tüketmek yerine “bunu öğrenmemin şu anda bana ne faydası var” diyerek oradan uzaklaşmak iyi bir hamle.

Diğer oyalayıcı olan hobiler ise eğer bir amaca yönelik olursa o zaman oyalayıcı değil, aksine bize yol aldıran meşguliyetler olur. Sadeleşme eğitimlerinde sık karşılaştığım bir soru tipi var: “Çok severek aldım ama kullanmıyorum, vermeye de kıyamıyorum, n’apayım, beklesin mi biraz daha?” Hayatımızdaki her şeyin bir amacı olmalı, bir fayda sağlamalı. Hiçbir fonksiyonu yoksa en azından estetik ihtiyacımızı tatmin etmeli, görsel olarak içimizi açmalı. “Ama bu benim evimin dekorasyonuna uymuyor.” diyor. O zaman da “Hiçbir eşyayı kullanmak zorunda değilsiniz.” diyorum; “Ya size fayda sağlasın ya da başkasına.” Sırf düşünmeyi ertelediğimiz için nedenini bilmeden tuttuğumuz eşyalar olduğu gibi; nedenini bilmeden yaptığımız uğraşlarımız, bizim oyalayıcılarımız. Öyleyse aynı kriter burada da geçerli: Hayatımızdaki her şeyin bir amacı olmalı, bir fayda sağlamalı. Kitap okuma insanı harekete geçirebiliyorsa, onda iyi yönde değişiklik yapıyorsa ne mutlu. Dikiş, nakış, örgü bir ihtiyacı gideriyorsa ne mutlu.

Yaşlı ve yatağa bağlı yabancı bir adam görmüştüm, durmadan bere örüyordu. Ama bere örmesinin bir amacı vardı: Berelerini satıyor ve evsizlere gelir oluşturuyordu. İşte onunki oyalanma değil, gerçek bir üretim.

Hazır durmuşken…

Bazı ara verişler yıllık izinden ve tatilden farklıdır. Arabayı kenara çekip haritaya bakmak ve nerede olduğunu kontrol etmek gibidir. Kimi okulu dondurarak, kimi ücretsiz izne ayrılarak bu molaları verir hayatında. “Nereye gitmeyi planlıyordum ve şu an neredeyim, tıkalı yollar var mı, en optimum olan güzergah hangisi?” Son günlerde topluca durup düşünmeye ihtiyacımız vardı. Bunu yapabilmemiz için tüm arabaların durması şarttı ve tam da bu oldu: Biz kontrolümüz dışında hep beraber durdurulduk. Arabanın çalışmasının şu an kendi ellerinde olmadığını kabul edenler, bu musibetin bir mesaj olduğunu anlayanlar çoktan harekete geçti. Güzergahlarıyla ilgilenmeye, arabanın yıpranan tekerleklerini değiştirmeye, motorun bakımını yapmaya başladılar. Erteledikleri, yarım bıraktıkları işleri tamamlamaya çalışıyorlar.

Jessie Willcox Smith, “Girl Baking”

Sıkıntısı son bulanlardan bir üniversite öğrencisi, ilk günler bolca dizi izliyordu. Sonra agresifleşmeye başladığını fark etti ve dizi izlemeyi bıraktı. Bir zaman sonra sıkıntısı dibe vurdu, “bu böyle gitmez” dedi. Dizi yerine sahabe hayatlarını izlemeye başladı. O arada Youtube’da geçen vaktini azaltmak için telefonundan Youtube’u sildi. Masa ve haftalık planlayıcı sipariş etti, kalabalık olan aile evinde kendine bir alan oluşturdu, hedefler koyarak üretime geçti. Bir aile, hep istedikleri ama sürekli erteledikleri Kuran derslerine niyet etti. Akşam namazlarından sonra yarım saat kadar tefsir videoları izleyip not almaya ve üzerine konuşmaya başladılar. Birileri evde ekmek yapmaya başladı. Birileri evindeki eşyaları sadeleştirmeye başladı. Birileri “sakin zamanda” dediği işleri yapmaya, eğitim notlarını temize çekmeye başladı. Biri de oturdu bu yazıyı yazdı…

Comments (8)

  1. “Kıyametin kopacağını bilseniz elinizdeki fidanı dikiniz” Hadis-i Şerif’ine binaen her an kulluk bilinciyle hareket etmeliyiz. Bu süreç hakkıyla şükretmemize vesile olur inşa Allah. İnsanı uyandıran, düşündüren ve tazeleyen bir yazı olmuş, emeğinize sağlık 🙂

  2. Günümüzü özetleyen bize naif bir sekilde icine düştüğümüz bocalamadan cikma yolunu gosteren harika bir yazi olmuş.. Allah emeginizin karşılığını versin, çok teşekkür ediyorum.

  3. Nerden geliyorum nereye gidiyorum u düşündüren içinde bulunduğumuz süreci daha dogru değerlendirmemiz adına çok faydalı bir yazı olmuş elinize emeğinize saglik..

  4. Arabayı durdurup haritayı kontrol etme metaforu şahaneydi. Ama yine de bu kriz anlarında düşünürken bilgece düşünmek ce radikal kararlar almamak gerekir. Benden söylemesi . Bu arada yazıyı bütün wattsap gruplarımla paylaştım. Onlar da kendi gruplarında paylaşmış. Kısaca yazınıza bayıldık efenim

  5. Dinlene dinlene, üzerine düşünülerek yazılmış, gayet sade, net ve anlaşılır.. Yazının bana hissettirdikleri.. Sevgiler

  6. Yazınızla bir sabah namazı sonrası karşılaşdim ve yarama merhem olan cümleler beni gercekden çok etkiledi.
    Instagramda ve etrafimda çokça çocukları ile oyunlar oynayan onları bir an olsun sikilmalarina izin vermeyen aktivitelere boğan anne ve babalar goruyorum ben ise evin isleri iki çocuk çamaşır bulaşık aha bir vakit buldum bir meal okuyayım rabbim neler söylemiş bana aileme insanlığa diyorum önüme çıkan bu görüntülerle vicdan azabı çekip çocuğuma tuvalet kağıdından bugün neler yapsam diye düşünüyor ve kendime olan zamanım yeniden çocuklarımın aman canları sıkılmasın ben herkesi eşimi çocuklarını memnun edim ama kendimi hep ardıma alayım bir gün buluşuruz dedim ama yazınız beni kendime getirip vicdanimi sadece kendimi neden geliştirmiyor ertelediklerimi neden yapamiyora getirdim şimdi cocuklarimla mutfak da ekmek yapıyor temizlikte tozları aldırıyor masa sildiriyorum oyuncaklarimizla gerek duymadan çoraptan bile top oynayıp kahkalar atıyoruz. Ben ve bir çok dostum yazınızla rahatladı Allah kaleminize güç kuvvet versin daim olsun.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Close