Zeynep Yörük
*Türk Edebiyatı Dergisi’nin Nisan 2023 sayısında yayınlanmıştır.
Bu Yazının Hikâyesi
Henüz yirmili yaşların başındayken bir vesileyle Mustafa Kutlu okumaya başladım. Ama nasıl okumak… Kitaplarından birini bitiriyor, kütüphaneye koşup diğerini alıyordum. Hayatımda hiçbir yazarın kitaplarını böylesine art arda okumamıştım. Kendime şaşıyordum. Meğer birkaç ay sonra yolum Dergâh Yayınları ve Mustafa Kutlu’yla kesişecekmiş.
2010-2013 yılları arasında Dergâh Yayınları’nda çalışmakla –daha doğrusu yoğrulmakla– ikramlandım. O dönem, herkese nasip olmayacak böylesi bir nimete beni eriştiren Rabbime sık sık şükrederken bu nimetin bedelini, sorumluluğunu da içten içe hissederdim. Nice kıymetli insanın gelip gittiği bir dergâhtı gerçekten orası. Yalnız konuşulan konular, verilen öğütler değil; duruşlar, bakışlar, sükûtlar dahi birer dersti benim için. Başta Ezel Erverdi, Mustafa Kutlu, İsmail Kara ve merhum Orhan Okay olmak üzere nice güzide büyüklerimin muhabbetlerine şahitlik şerefine eriştim. İnsan yetiştirme dertleri olduğundan, deneyimlerini cömertçe sunarlardı. Ben ise bu anları kollar, fırsatını bulunca kıyılarında oturur, testilerimi doldururdum. Bir yandan da etrafa saçılan incileri yakalama arzusuna benzer bir telaş içindeydim. Bu anılar, konuşmalar, yazışmalar bir araya getirilmeli; bir eser olmalıydı.
O yıllarda her gün yayınevinde olması ve benim dergideki küçük editoryal sorumluluklarım sebebiyle en çok anım Mustafa Kutlu’yla oldu. Kutlu, Dergâh Dergisi’nin içeriğiyle tek başına ilgilenmekteydi. Yayınevindeki sorumlu arkadaşımız dergiye gelen veya direkt Kutlu’ya yazılan e-postaların çıktılarını alır, ona verirdi. Kutlu da eski usul kendi el yazısıyla yanlarına cevaplar yazardı. Cevabı bilgisayara aktarılıp muhatabına gönderildikten sonra bu kağıtlar çöpe giderdi. Bu sürece her şahit oluşumda içim cız ediyordu. O kıymetli geri bildirimler çöpe gitmek yerine bir ürüne dönüşmeli diyordum. Nihayet bu duruma daha fazla dayanamayıp sorumlu arkadaşımla anlaştım. Artık yazıları çöpe atmıyor, bana getiriyordu. Ben de bunlardan önemli gördüklerimi alıp saklıyordum. Ayrıca ziyaretine gelenlere tavsiyelerini ve yanımıza oturup bize anlattıklarından, öğütlerinden bazılarını da not ediyordum. Fakat o incilerin çoğu maalesef ki hafızama güvenip yazı bağıyla bağlamadığımdan zamanla uçup gittiler. Kaydını tutmadıklarım büyük pişmanlığımdır. İşte okumakta olduğunuz bu yazı ise pişmanlığımın tevbesi, bir telafi çabasıdır…
Tabii bu işler nasılsa vakti gelince zaten aşikâr edecek olmanın güveniyle o günlerde gizli gizli yapıldı, itiraf edelim. Açıkçası çıraklığımdan ötürü ustalarımın vereceği tepkiden çekinmiştim. Yıllar sonra Kutlu’ya bu “fişlemeleri” itiraf ettiğimde yaşayacağı şaşkınlığı ve sevinci bilseydim zannediyorum henüz yolun başında konuyu açar, müsaade isterdim. Esasen bu kayıtları Kutlu ile anılarımı da ekleyerek ileride hocalarımla kitaplaştırırız niyetiyle arşivliyordum. Fakat zaman içerisinde elimdeki metinlerin yeteri miktarda olmadığını üzülerek fark ettim. İsmail Kara Hocamın yönlendirmesiyle eski maillere ulaşmayı denedik, fakat üzerinden çok yıl geçtiği için teknik olarak mümkün olmadığını öğrendik. Eğer ulaşabilseydik ve elimizdekiler bir kitap olma şerefine erişecek miktarda olsaydı dahi bu yükü tek başıma taşımaya çekinirdim. “En iyisi dosyayı tamamen işin erbabına teslim edeyim, kurtulayım” dedim, lakin işin kolayına kaçtığımdan o da olmadı. Öyle böyle derken üzerinden 10 yıl geçti… Ve iş başa düştü. “Bir şey bütünüyle elde edilmezse, tamamen de terk edilmez.” kaidesince en azından eldekiler gün ışığına çıksın artık dedim. Peki hangi başlık, nasıl bir tema olmalıydı ki bu metinler bir bütünlük içerisinde okura ulaşmalıydı?
Zorluk karşısında insanın en iyi bildiği güzergâhı tercih etmesi süreci kolaylaştırıp hızlandırır. Editörlüğü bırakıp yeni bir mesleğe geçeli 6 yıl oluyor. O zamandan beri sadeleşme üzerine eğitimler veriyorum. Meğer editörlük beni bu mesleğe hazırlamış. Metinleri sadeleştirip düzenlediğim yıllardan mekanları sadeleştirip düzenlemeye doğru bağları güçlü bir geçiş olmuş. Zamanla hayata da bu perspektiften bakar hale geldiğimden bu yazıların da elbette “sadelik”, “az-öz” kavramları etrafında bir araya gelmesi en salimi ve –ne hoş bir tevafuk ki– en uygunuydu.
Birçok yazara, şaire veya yazar/şair adayına, eleştirmene, akademisyene, öğrenciye, okura yol gösterecek bu öz ve kıymetli metinleri nihayet bir araya getirip ilgilisine ulaştırıyor olmanın sevincini tarif edemem. Tamamı 2012-2013 yıllarına ait yazışma ve konuşmaların muhataplarına faydalı olması dileğiyle…

Sözün Güzelliği Kısalığındadır
Konuya önce Kutlu’nun üslubu, kelime seçimleri, cümle kurma biçimi ve felsefesiyle giriş yapmakta fayda var. Bu yazıda alıntılar yaptığım kitaplar daha çok Mustafa Kutlu’nun ilk-orta dönem eserleri. Bu hikaye ve denemelerde beni etkileyen yalnızca içerik değil, cümle kurma biçimi ve kelime seçimleri. Kutlu’nun kendine has üslubunu oluşturan o sade, kısa, çarpıcı, “az ve öz” ifadeler. Nasıl ki bütünsel tıp ekollerinden olan homeopati tedavisinde ilacın etkisini arttırmak için dozu arttırılmaz, tam aksine seyreltilir; Kutlu da cümlelerini kurarken adeta bunu yapıyor. Hazır tıptan bahsetmişken bir alıntı daha yapalım: İbn-i Sina tıp ilmini iki satırda toplarken “Husnu’l-kavli fî kasri’l-kelâm” diyor, yani “Sözün güzelliği kısalığındadır.”[1] Şiirler de bizi bu nedenle etkiler. Az kelimeyle çok mânâ. Fazlalıkları çıkarmadaki hedef, önemsizlerle oyalanmayı bırakıp öze gelmek, asıl olanı öne çıkarmak ve onun hakkını verebilmektir. Malzemenin az olması da mecburen seçim kalitesinin artması, lezzetli bir terkip oluşturulması demektir. Kutlu da Türk hikayeciliğinde bunun en başarılı örneklerini vermiştir:
Motor sesi sesleri yedi.[2]
Yola düştü mürit. Sanırsın yeşil ekine yel düştü…[3]
Yaşlı adam suya bakıyor. Duru su serin nağmeler ile geçiyor ayaklarından.[4]
Bir şey yap, güzel olsun. Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin.[5]
Zaten kendisine “Sami Bey” denmeye başlanmıştı. Demek ki yaşlanmıştı.[6]
Zehra’nın ışığı yanıyor. Belli ki çalışıyor. Bu bebek işi onu hayata bağladı, korkularını yendi. Ne denilmiş: İş insanı güzelleştirir.[7]
Ustalık gibi çıraklık da kayboluyor. Tıpkı sefertasına benziyor, bereket dualarına.[8]
Kar hızlandı. Mübarek ne güzel dökülüyor. Yüzüme, gözüme konuyor. Bunlar kar tanesi mi yoksa gökten beyaz meyve çiçekleri mi dökülüyor? Her yan karanlık ve soğuk, peki niçin ben bir bahar bayramına bakıyorum? (…) Gözlerimde yaş, dilimde dua. Öldüm ve bir bahçeye gömüldüm.[9]
Gün perdelerini indiriyor. Kamıştan, kuştan, Hâşim’in şiirlerinden ne varsa toplanıp fıskiyeli havuza doluyor. İncelip ipe dönmüş su sesini fısıltıya döndürüyor.[10]
Bu ağrı da neyin nesi… Geçer adam, aldırma… Geçer tabii ama tam da kalbin hizasında… Geçer, armudu bitirmeye bak… Geçmedi… Akşamın mora çalan lacivert tülleri, açık dükkân kapısı önünde kayısı kokan rüzgârlara kapılıp dalgalanmaya durdu. Orada, tezgâhın üzerinde yarısı yenmiş bir armut vardı. Bir kutu nakış ipliği raflardan yuvarlanmış, zemine allı yeşilli yayılmıştı. Alınmış kararlar, verilmiş sözler vardı. Cennet Çeşmesi’nin suyu testiyi zorlamış, domur domur terlemişti testicik…[11]
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı artık. O betondur, senin yeni vatanın. Asfalttır, parkedir, halıflextir. Koşuyorsun ciğerlerinde egzoz gümbürtüleri. Ayaklarında lastik. Üç öğün naylon yemektesin. Ara toprağı. Toprak bizim canımız, petrol olsun kanımız.[12]
Rüzgâra kapılan yapraklar titremeye başladı. İkindi gölgeleri uzadı. Mürdüm eriğinin dalları arasından, dumanlı-mor meyveleri arasından bir top güneş ışığı elimdeki patiskaya düştü.[13]
Simitçiler birbirine baktı. Sonra güvercinlere baktı. İkisi de sevincini bulmuştu. Artık ne açlık ne tasa. Artık gidebilirler, yeniden satışa çıkabilirler. Her birinin etrafında yüzlerce melek dolaşıyor. Elbette bütün simitleri satacak, cepleri para dolu olarak analarına koşacak, bu güvercin hikayesini anlatacaklar.[14]
Kutlu bu az kelimeli sade cümlelerini bazen daha da sadeleştirip yüklemsiz bırakarak etkisini artırıyor. Aralara da tek kelimelik cümleler serpiştiriyor:
Bozkırın ortasında, koltuğumun altında İngilizce lûgatlar.[15]
Ah Cihan, ah!.. İçinde ezan sesine bürünmüş yatan Cihan.[16]
Parasını harcamaz, altına yatırırdı. Altın. O sarı madenin parlak ışığı. Eline aldıkça ısınıyordu Nebahat. Tuhaf, anlatılmaz bir duygu.[17]
Islak geceyi bir ince leylak kokusu dolduruyor. Sessizlik. Saçaklardan dökülen son damlalar.[18]
Cihan’ın gözleri çiçeklikte. Bir küçük çekmece var orada. Kadınların iğne, iplik, düğme falan koyduğu cinsten. Ama güzel, ama kibar, ama sedef kakmalı. Bunu kendisi yapmış, Zehra’ya hediye etmişti. Zehra onu çiçekliğe yerleştirmiş, altına kanaviçe işlemeli bir örtü yerleştirmişti. Örtünün bir köşesinde iki gül goncası, goncaların arasında iki küçük kuş.[19]
Kutlu hem göze hem kulağa hem de hislere hitap eden, üç cihetten de insanı sarıp sarmalayan bir üslup yakalamıştı. Onun yayın yönetmenliğine de bu titizlik hakimdi. İnce eleyip sık dokuması, özellikle ışık gördüğü için yetiştirmek istediği yazar ve şairlerden gelen metinlere hususi geri bildirimler vermesi benim Dergâh’ta çalıştığım yıllarda devam etti.
Yayıncılıkta metnin yayın öncesi okumalarında yapılan bir iş vardır: Tashih. “Düzeltme, yanlışı doğru hâle getirme” anlamında kullanılır. Yazım hatası, kelime tekrarı, anlam bozukluğu vb. problemlerin olup olmadığı gözden geçirilir, düzeltilir. Tashih kelimesi sıhhat, sahih kelimeleriyle aynı kökten; yani sağlıklılık ve gerçeklikle bir bağlantısı var. Kutlu da yayınlanacak metinlerin daha temiz, fazlalıklardan arınmış ve gerçekçi olması için çabalardı. Kimi zaman bir şiirin daha iyi hale gelmesi için şairiyle birkaç defa yazışır, gerekirse arayıp konuşurdu.
Neden Sade Bir Dil?
Mecelle’nin 30. maddesinde “Def-i mefâsid celb-i menâfi’den evlâdır.” yazar. Yani ‘kötü ve zararlı şeylerin giderilmesi, yararlı şeylerin elde edilmesinden daha önemlidir’ denilmiştir. Fransız yazar Saint Exupéry “Mükemmelliğe eklenecek bir şey kalmadığında değil, çıkarılacak bir şey kalmadığında ulaşılır.” derken aynı kaideye işaret ediyordu. Kendi de bu sözünü tasdik edecek bir üslubu tercih etmişti. Tüm dünyada yetişkinlerin bile yıllardır ilgiyle okuduğu, dilindeki sadeliğiyle insanı çeken Küçük Prens’i kaleme almış ve resimlerini de aynı nazarla basitliği tercih ederek çizmişti. Süsleme gereksinimi duymadan, utanıp sıkılmadan, iddiasız, en basit çizgileri seçmişti. Bu da onu klasikleştiren bir unsur oldu.
Bir insan ne zaman ki sözü uzatır, dolandırır, anlaşılmaz kelimelerle girift cümleler kurar, konudan konuya atlar; biliriz ki tıpkı bir illüzyonist gibi dikkati dağıtarak bir şey gizliyordur. Ya bir ayıbı kapatmak ya da bir şeyi olduğundan daha güzel, daha iyi, daha başka göstermek istiyordur. (Muhatabı kıvama –bir bilgiyi duymaya hazır hale– getirmek için yapılan çabalar müstesna elbette.) Kurnazlık yapan esnafta sıklıkla şahit olduğumuz bir hal. Ama sadece ticarette değil, akademide de rağbet gören bir tarzdır bu kelime kalabalığı. Maalesef bazı hocalar akademik metinde sade dil kullanımını tercih eden öğrencilere geri bildirim verirken “daha kompleks cümleler kurmaları gerektiğini” söyleyebiliyorlar hâlâ. Akademisyenlerin anlaşılması zor cümleler kurma sebeplerini Howard S. Becker Sosyal Bilimcilerin Yazma Çilesi kitabında şöyle analiz ediyor:
Nasıl profesyonel bale dansçılarının ayak parmaklarının üzerinde durabilmeleri onları sıradan insanlardan ayırıyorsa, esrarlı kelimeler ve basmakalıp akademik üsluba ait söz dizimi, akademisyenleri akademik çevreden olmayanlardan ayırır.[20]
Buradan da anlıyoruz ki kelime kalabalığı tesadüfi, ihmalden kaynaklı bir durum değil. Elbette edebi metin ile akademik metinin üslubunda işin doğası gereği bir farklılık olmalı. Bununla beraber sade bir dil her iki alan için de ihtiyaç. Tıpkı bol aromalarla, tatlı-tuzlu karışım baharatlarla çok lezzetli bir yiyecek yediğimiz hissi uyandıran ve bağımlılık yapan cipslere mukabil bir şeftalinin sadeliğindeki lezzet gibi… Hayatın her alanında anlamı ve değeri olan, hazmı, sindirilmesi/anlaşılması kolay olan daha güvenilir ve kıymetlidir. Daha az süslüdür ama kendinden emindir. Bu nedenle bir şeyleri gizleme çabasına girmez, çünkü buna ihtiyaç duymaz. Neyse odur.
İşte edebi metinlerdeki sadelik de bu eminlikten ve samimiyetten gelir. Kişinin kalemi geliştikçe, yazı kalitesi artıp düşüncesi derinleştikçe artık süslemelere, ağdalı kelimelere, afili cümlelere rağbet etmemeye başlar. Fazlalıklardan yavaş yavaş kurtulur. Müşterisinin ihtiyacını karşılama derdinde olan güvenilir esnaf gibi net olur, okurunun zamanına saygı gösterir, lafı uzatmaz.
İşte Kutlu da bunun farkındaydı. Tarzını oluştururken sadelik yolunu tercih ettiği gibi, kendisine gönderilen yazılarda da bu samimiyeti, sahiciliği, gerçekliği arardı. Süslemeleri-soslamaları, ‘-mış gibi’liği hemen yakalardı.
Kardeşim ………..,[21]
“Ayakkabı” hikayeni aldım. İlgine teşekkür ederim. Bir parıltı görürsem ona yazarım. Sende bu var, anlatmayı biliyorsun, dili kullanabiliyorsun. Ancak metindeki adam neden bu haldedir, orası meçhul. İşte bu, hikayeyi inanılır kılmaktan uzaklaştırıyor. O adamı tanımalıyız, düştüğü durum o zaman bizi etkiler. Unutma hikayede iki etap vardır: Biri inandırıcı olmak, öteki etkilemek.
Kardeşim ………..,
Şiirin iyi. Bir şiirin vezinli-vezinsiz olması önemli değildir. Önemli olan o metinde bize dokunan bir şey var mı? Ona bakılır. Bu şiirde var. Ama çok değil. Sen şiirde kendin olursan (ki zordur, hepimiz bir şeylerden ve birilerinden etkileniriz) o kadar iyi olur. Tabii kendim olacağım diye hayat hikayeni anlatmak yok.
Kutlu, şairlikten şairaneliğe kayan kimliğin o duygusal, melankolik, kasvetli ruh haline bürünülmesinden hoşlanmazdı. Birinin sanatı hayatın önüne geçirdiğini fark ettiğinde uyarırdı. Yayın sürecinde yaşadıkları sonucu sitemkâr, ümitsiz ve depresif bir halet-i ruhiyede yazılmış olan maile şöyle cevap vermişti:
Kardeşim ………..,
Mektubu ve şiirleri aldım. Hayatta şiirden önemli çok şey var. Mesela: Yoksulluk, ölüm, ayrılık, hastalık vs. Sağ ve esen isen şükretmelisin. Hep aynı şiiri yazıyorsun. Kalabalık sözler. Bence bana göndereceksen iki dörtlük yazmayı dene. “Hayat Güzeldir” diye bir kitap yayınladım, gazeteye senin adına gönderdim. İyi gelir. Çok selam.
Ödevi için kendisine birkaç soru soran liseli gence şu cevabı vermişti:
İyilik, doğruluk, merhamet, sevgi, umut vb. hikayelerimde çok yer alır. Zaten bunları yazmaz isek neyi yazacağız?
Sürekli masanın başında, yazma modunda, başı dumanlı, zihni bulanık, gözü uzaklarda bir yazar prototipi vardır ya hani; Kutlu öyle biri değildi. Öyle olmamayı da her fırsatta tavsiye ederdi. Havalı ifadelerden hoşlanmazdı. Sadelikte bir tevazu olduğunu bilirdi.
Kardeşim ………..,
Son şiirini aldım. Eline sağlık. Sende gördüğüm şu: “Elle tutulan, gözle görülen, yaşadığımız şu günlük hayatın –ki başka hayat yok– şiire dönüşmesi.” Bu çok zor bir iştir. Fikre, ideolojiye, sentetik imajlara ve pek çok genç şairin yaptığı gibi fiyakaya kaçabilir. Oysa sende gerçeklik, sadelik, tevazu, masumiyet ve samimiyet var. Aman bu damarı kaybetme. Az yaz.
Kutlu özentilikten ve abartıdan rahatsız olurdu. Samimi olmayan, ayakları yere basmayan, gerçeklikten kopuk, taklit ve klişe ifadeleri hemen fark eder; mutlaka uyarırdı. Ya çıkarttırır ya da düzelttirirdi:
Kardeşim ………..,
Şairâne bir anlatımın var. Belki de gizli bir şairsin, neyse. O evi, o bahçeyi bir daha anlat. Kediden gayrı çatıda kumrular, gökte bulutlar olsun ve başka şeyler. Hamile gelin askerdeki eşini bekler olsun. Mesela kaynanası ile avluda fasulye ayıklar olsun. Sessizlik. Sadece bir cümle veya ima ile bu belli olsun. Dış kapıdan bir tıkırtı gelince heyecanla kapıya gitsin, bir çocuk gelmiş, komşusunun kızı, bir tas aşure getirmiş. Meczup Cemil Baba’yı çıkar hikayeden (bu çok yazıldı). Fazla “şairâne” olma. Metin arabeske dönüşür. Kitsch[22] olur. Hadi gayret, bi daha.
Üslubun yanı sıra tasvir ve analizde de sadelikten yanaydı. Biyografik metinlerde kişilerin abartılmasına mani olurdu. Ayşe Şasa hakkında yazılan bir metine verdiği geri bildirimde de bunu vurgulamıştı:
Kardeşim ………..,
(…) Ayşe Şasa için gerçekten izam etmişsiniz. Cenab-ı Hak ona bir hidayet nasip etti. İbn Arabî’den herkes nasiplenir ama o bir deryadır, anladım diyen aldanır. Aslolan ilmihalden başlayıp Kur’an-ı Kerim ve hadislere; oradan da nasibi varsa kişinin bir İnsan-ı Kamil’e ulaşması en muteber yoldur. Nümayiş yok, halini ağyâra bildirmek yok. İman ile amel birlikte yürümeli. (…) Ayşe Hanım ile tanışıp görüşmemiz yirmi yılı geçti. (…) Yazılar ona şifa oldu, daha sonra Safer Efendi. Ortada büyütülecek bir şey yok. Bu yazıyı yayımlamanın da manası yok. Çünkü Ayşe Hanım zaten kendini uzun uzun anlattı. Cenab-ı Hak yar ve yardımcınız olsun.
Kutlu ayrıca ana konunun oturması, anlaşılabilir olması, karmaşadan arınması ve okurun kafasını karıştırmamasına da önem verirdi.
Kardeşim ………..,
Bu hikayeden iyi bir netice alınabilirdi. Ancak bu hali ile hayli karmaşık. Çözmen gereken aslî problem şu: “Ne senin gibi evime yakıştım, ne de kıskandığım işini yapan kadınlar gibi işe.” Bu çelişki önemlidir. Bir de kocası ile çelişki var. O da açık seçik işlenirse. Yani koca ne istiyor, kadın ne istiyor? Tartışmalar. Ankara olmasın orası metropol; mesela Yozgat, Erzincan vb. olsun. Taşra olsun.
Üniversite yasağını çok konuştu yazdılar. Etkisi kayboldu. Sadece “Başörtüsü yüzünden tahsili yarım kaldı.” cümlesi yeter. Hikaye çıkmazda olan ve çocuğuyla yalnızlığını paylaşmaya çalışan kadını, hayallerini kaybeden ve bir yere varamayan kadını işlemeli. Bunu iyi işlerse iyi metin olur.
Metin “Evcilik oynayalım mı anne?” cümlesiyle başlayabilir. Cüneyd-i Bağdadi kıssasını çıkar. Yeniden yaz. Vazgeçme. Ama olur ama olmaz. Nasip.
Bazen de şiirlerde fazla bulduğu kelime ve mısraları çıkarmayı teklif ederdi şairine:

Dilin Hakkını Vermek
Yahya Kemal’in bir şiirindeki servileri tam tanımlayacak ‘o kelime’yi arama serüveni meşhurdur. “Karanlık serviler” der, içine sinmez, başka şeyler yazar, yok. Denir ki, yıllarca şiiri o eksik kelimesiyle cebinde gezdirmiş ve bir gün aradığı kelimeyi bulunca hemen çıkarıp yazmıştır: “Serin serviler”
Mustafa Kutlu da o her şeyi yerli yerine koyan billur kelimelerin peşindeydi. Bu titizliği daha kitabın girişinde başlardı. Kendisine liseli bir gencin sorduğu “Eserlerinizin başlığı çok ilgi çekici, hep böyle başlıklar kullanmanızın sebebi nedir?” sorusuna şu cevabı vermişti:
Ben sinema ile de uğraştım. Bir filmde olduğu gibi; bir şiir, bir hikaye veya romanda isim, giriş cümleleri, ilk sahnelere çok önem veririm. Bunlar okuru (seyirciyi) tutar, metne devamını sağlar.
Kutlu’nun Rüzgârlı Pazar hikayesinin ilk cümlesi bu türdendi ve yıllarca aklımda kalmıştı:
İğde kokusuna tutunmuş gidiyordum. [23]
Kutlu, sırf “kulağa hoş geliyor” diye bir kelimenin öyle gelişigüzel bir şiire koyulmasından rahatsız olur, o yapaylığı hemen fark ederdi. Sahibine ya o kısmı tamamen çıkarmasını söyler ya da yerine doğru kelimeyi bulur, onu teklif ederdi. İyi bir şiirdeki kötü mısraları tenkit ederken şöyle demişti:
Bu Allah’ın size bir lütfudur; bunu şükürle, güzel kullanın. Türkçeyi iyi kullanarak bunun hakkını verin.
Daha iyisini bulmuşsa ortalamaya da razı gelmezdi. Mukadder Gemici’nin bir hikayesinin başlığını kilit sahnedeki cümleden yakalayıp “Ayrılık Kokusu” olarak değiştirmişti.
Bazen de Kutlu geri bildirimlerde bulunurken kalemi eline alır, bizzat düzeltirdi:




Peki Mustafa Kutlu bu dili ve bu gözü nasıl yakalamış, tabiri caizse bu gurmeliği nasıl edinmişti? Onun yıllar önce günlüğüne yazdıklarında bunun işaretlerini bulmak mümkün.
Önce Heybe Dolmalı
23 Aralık 1966 yılında, 19 yaşında bir genç olarak günlüğüne yazarken gelecekteki yazar ve yayın yönetmeni Kutlu’nun tohumlarını atıyordu:
Yurdun penceresinden Erzurum Ovası’na bakıyorum. Her yan bembeyaz. Kar tepeleri, evleri, yolları, ağaçları örtmüş. Manzarada hiçbir kıpırtı yok. Sanki bembeyaz bir sayfa. Bu sayfa beni kışkırtıyor. Hem bir tuali hem bir çizgisiz defter sayfasını çağrıştırıyor. Resim mi yapsam, yazı mı yazsam? Yazı yazamam. Neden? Çünkü heybe boş. Ne yazabilirim ki? Belki okumaya devam edersem ne yazacağımı da çıkarabilirim.Bu düşünce ile bugün de derse değil kütüphaneye gittim. Henüz kuruluş aşamasında olan Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün Yeni Edebiyat kısmı çok zayıf. Topu topu iki raf kitap. Onların da büyük çoğunluğu roman ve hikâye. Şöyle dedim: İki yılda ben bu kitapların hepsini okurum. Zaten derste, kantinde, yatakhanede, kahvede sürekli okuyorum. Bir nevi kitap delisi. Arkadaşlar beni uyarıyor: “Kafayı yiyeceksin” diyorlar. Desinler. Şimdiden raflardan birinin yarısını bitirdim. En çok Sait Faik ve Sabahattin Ali’den etkilendim. Üslupları farklı ama muhteva aynı kapıya çıkıyor: Merhamet. Belli ki yazıya başlarsam bu ikisinin etkisinde kalacağım. Olsun. Sonunda belki ikisini birleştirerek bir üçüncü yol bulurum. Belki de bambaşka bir dil. Bir dil bulmadan olmaz. Bana ait bir şey. Okuyan anlamalı. Ama ne zaman? Henüz hiçbir şey yazmış değilim. Hem bende mistik bir taraf var. Onlarda yok. Yoksa onları bir yana itip kendi yolumu mu arasam? Ne olur biri bana akıl verse.

İnsan kaliteli yiyecekler yedikçe enerjisi yerine gelir, sağlamlaşır. Yazıda da kaliteli metinler okudukça kalemi üslubu gelişir, güzelleşir. Mustafa Kutlu bunu gençliğinde fark etmiş ve yolunu çizmişti. Yıllar sonra yazar adaylarını önce okumaya teşvik edecekti. Yayınevine yazı gönderen bir üniversite öğrencisinin hikayesine yaptığı yorum şöyleydi:
Geniş, çetrefil, hikaye türüne sığmayacak bir konu. Mekan-zaman-olay ve şahıslar da meçhul kalınca iş sarpa sarmış. İfade yanlışları çok, üslup oturmamış. Yazmaktan ziyade okumalı. Türk edebiyatının önemli hikaye ve romancılarını. Şimdilik yazmasan daha iyi.
Kuram yazıları için de yine kuram okunmasına dikkat çekiyordu. Biliyordu ki bir konuyu çepeçevre anlatmak öyle kolay iş değildi.
Kardeşim ………..,
Bence bu tür yazılar için erken. Sen okuduysan bir daha Tanpınar’ın XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni ders çalışır gibi oku. Ben her okuyuşumda yeni şeyler öğreniyorum. Kuram için yerli-yabancı çok kitap var. Bence mesela hâlâ “İkinci Yeni”nin yapısını çözen bir yazı yazılmadı. İkinci Yeni’nin doğuş sebebi İkinci Dünya Harbi’dir.
İlhamı Emekle Yoğur
“İlham” şair/yazar adaylarının en fazla merak ettiği meselelerden. Kutlu, ilhamın –özellikle henüz çıraklıktakiler için– yeterli olmadığını biliyordu. İlham başlangıçta harekete geçirici bir işaret fişeği, bir teşvik primi gibiydi adeta. Yazar/şair onu alıp disiplin içinde yoğurarak bir esere dönüştürmeliydi. Kutlu ilhamı ilk geldiği ham haliyle bırakanları uyarırdı. Ama geri bildirim almayanlara da ısrar etmezdi. Onları hemen hayata yöneltirdi. Yazdıklarına fazla anlam yükleyip, dokunulmaz görmelerine, yazmayı abartmalarına mani olurdu.
Kardeşim ………..,
Şiir sana gelmiş. (Nasıl geldi, ne şekildedir vs.) Ama sen onu kavrayıp, kıvırıp, yoğurup şekle sokamamışsın. Dağınık kalmış. “Bırak dağınık kalsın” diyebilirsin. Hayatta her şey şiirden ibaret değil ya.
Kardeşim ………..,
Şiirini aldım. İlgine teşekkür ederim. Hak yolunda halis-muhlis bir coşku içindesin. Bu sana şiiri unutturmuş (iyidir, unut). Şarkta sanat, hikmet ve ahenk ile vücut bulur. İkisi birleşince “vezin” gerekir. Yani ölçü-ritim-kainatın sesi-musikisi vb. Şiir bu coşkunluktan disipline dönmektir. Yazdığın metin brütü fazla, neti az bir toplam. Bunu 4-5 bend veya 15-20 mısra ile şiir disiplinine indirmelisin.
O nedir? Bilmem. Şairlerin işine kimse karışamaz.
Hikaye yazarı Mukadder Gemici “Hikâye size bir ilham dalgası olarak mı geliyor yoksa bu büyük bir emeğin verimi olarak mı?” sorusuna şöyle cevap veriyor:
“Başlangıçta tamamen gemiyi alabora eden dalgalar halindeydi. Hikâye yazdıkça daha iyi idare eder olduğumu söyleyebilirim. Aslında yazdığım, kafamda bitirdiğim bir hikâyeye geri dönüş yapamam sanıyordum. Bu kitabın son hikâyesi olan Ayrılık Kokusu’nda bu korkumu yendim. Bambaşka bir kurgusu vardı o hikâyenin başlangıçta. Mustafa Kutlu “Kendin gibi yaz” dedi bana, “Daha öncekiler gibi”. İç seslerin çok fazla olduğu, mağaradaki devlerden söz ettiğim biraz mecazlarla dolu bir hikâyeydi ilk hali. İlk birkaç gün hiç elimi sürmedim. Kendi kendime söylendim durdum. Sonra Taç Mahal çıktı karşıma, devler mağlup oldu ve gerçekten de kurgusu çok daha iyi bir hikâye çıktı ortaya. Bu durum neler yapabileceğimi göstermesi bakımından kendi içimde bir sınav gibiydi. Hâsılı, ilham bazen tek başına aksıyor, emekle ise yaman bir koşucu olup çıkıyor.
Az Yaz, İyi Yaz
Kutlu sabırla beraber az ve öz eser üretmeye teşvik ederdi. Başka bir deyimle kemiyete/niceliğe/kantiteye değil keyfiyete/niteliğe/kaliteye dikkat çekerdi. Tabii bu “az” yazmadan maksat az çabalama değil, az ürün yayınlama anlamında bir tavsiye. Yazılanların çoğunun çöp olacağını bilmek ama kaliteli o birkaç ürünün de tüm süreçteki çabaların arasından çıkacağının bilincinde olmak. Yani her yazdığının şaheser olmayacağını kabul etmek ve bir yerde yayınlanması için göndermede aceleci davranmamak.
Kardeşim ………..,
“Ecinne” şiiri “kendi gelen” bir şiir değil. Onu kalbinle değil, zihninle yazmışsın. Tezgahtan her zaman iyi şey çıkmaz. Ama senin gibi “bu işi bilenler” bekleyecek. Senede iki şiir olsa yeter.
Sevgili ………..,
(…) Sen bu işi biliyorsun. Zihninle değil, kalbinle yaz. “Hamam böceği yumurtası” gibi sentetik unsurlardan uzak dur. Saf-duru-anlaşılır bir şey olsun. İçinde yabancı dilden laf olmasın. Kimse bir şaire ne yapacağını öğretemez. Bizimkisi yarenlik. Bir şiir daha inşallah. İyi şairler zaten senede üç-dört şiir yazar.
Kardeşim ………..,
Dergâh’ta yayınlanan şiirlerin tamamı iyi değil, bir-ikisi iyi. Seninki de yayınlanabilir. Ama “ham”. Ham meyveyi dalından koparmayalım dedim. Olgunlaşsın. Şiir nasipledir; bazen olur, bazen olmaz. Hiç kimse bir şaire nasıl yazacağını öğretemez. Her sanatçı kendi ipini kendi çeker. “Hazır Eylül’e Varken”i basacağım. Ama bu yetmez. Daha iyilerini beklerim. İyi şair zaten senede bir, bilemedin iki şiir yazar.
Kardeşim ………..,
Yazmayı biliyorsun. Devam. Yazmaya değer ne varsa. Aslolan onu bulmak. Sentetik ifadelerden kaç. Msl: “Her bir kelimesini özenle unuttuğu…” Yayınlanıp yayınlanmadığına aldırma. Dergâh’a gönderilen metinler meçhule gönderilmiştir. Bir gün yayınlanabilir. Sabır. Kimseye cevap yazmıyorum. Sana yazdım. Demek ki bir parıltı gördüm.
Kardeşim ………..,
Sen şiirini bulmuşsun. Bu önemli. Ama sağda solda çok şiir yayımladığını görüyorum. İyi şiir senede iki, bilemedin üç çıkar. “Kıkırtı senfonisi” bence sentetik bir imge, “elma çayının estetiği” de öyle. Bunları terk et. İyi bir kumaşın var, bunu zedeleme.
Kardeşim ………..,
“Konuşmamak İçin Prelüdler”i aldım. Düşünerek yazmışsın. Sentetik imgeler yakalamışsın. Şiir bu değil. Hiçbir anne “gitmek en iyi kafiyedir” demez. Şiirdir bu olabilir diyemeyiz. Böyle çok şey var, hepsini sayamam. Kendini zorlama. Bırak şiir kapını dövsün.
Kardeşim ………..,
(…)Bir daha yazacağımı sanmıyorum. Parlak bir metin gönderirsen o başka. Az yaz, iyi yaz.
Kutlu; az yazmak-iyi yazmak düsturunu bir metnin kendi içinde de tavsiye ederdi. Beş kıtalık bir şiire verdiği geri bildirimde şairini şöyle uyarıyordu:
Kardeşim ………..,
“Gül Ağıdı”nın ilk kıtası iyi. Sonrası berbat. Bunu görmelisin. Göremezsen şiirin “vasat”ı aşamaz. Bir daha yaz. İstersen üç kıta olsun ama üçü de birbirinden güzel olsun. “Neresi kötü?” diyebilirsin. Örnek: Üçüncü kıtanın son mısraı. Ve geride kalanlar.
Şiir affetmez. Unutma.
Sabretmek Şiir Yayınlamaktan Evlâdır
Dergâh’a gelen yazılar, şiirler bir süre basılmadığında zaman zaman metin sahiplerinden “basmayacak mısınız” minvalinde biraz merak, biraz da serzeniş mailleri gelirdi. Mustafa Kutlu ise bu türden mailleri sabır tavsiyesiyle cevaplardı.
Kardeşim ………..,
Tanpınar ile ilgili yazınızı aldık. Teşekkür ederiz. Yazıyı yayımlayacağız. Ancak önümüz Ramazan ve Dergâh 24 sayfa, çok yazı var. Yayım biraz gecikecektir. Ne denilmiş: Sabır ile olur koruk helva.
Kardeşim ………..,
İlgine teşekkür ederim. Hikayeni okudum. Bu işi biliyorsun. Metni basacağız. Ama ne zaman? Sabır.
Kardeşim ………..,
“Ulakları Beklerken”den vazgeçmedim ama kuşlar da kaderle uçar. Şiir Mart sayısına tam girecekken kendine ayrılan yere sığmadı. Bu şiirin son iki mısraını attım, yerine kendim “Ömür dediğin ne ki / İnsan neler kaybetmiyor ki” mısralarını ekledim. Kimse bir şairini şiirine müdahale edemez. Ama seni samimi bulduğum için yaptım bunu. Sabretmek şiir yazmaktan ve yayınlamaktan evladır. Bu şiiri basacağım.
Kardeşim ………..,
Kuş kadar bir dergi olan Dergâh’a yüzlerce ürün geliyor. Ben bu derginin tek çalışanıyım. 22. cildi çıkarıyoruz. Dolayısıyla pratik tarafım gelişmiştir. Ürünleri hemen ayırırım. %90’ı çöpe gider. Yine de kalanlar dergiye sığmaz. Çok parlak metinler öne geçer. Bazıları iyidir ama sahibinin sabretmesi lazım. Sen de onlardansın.
Kutlu, eğer bir kişide daha iyi potansiyeli görürse, mevcut iyi ile yetinmezdi.
Sevgili ………..,
Hikayeyi basmaktan vazgeçtim. Geçen zaman içinde daha iyi şeyler yazmaya başladın. Umarım böyle bir metin gelir, onu basarız.
İyi bir yazar/şair olup kitaplar bastıktan sonra dahi her yazılan güzel olacak diye bir kaide olmadığının farkındaydı. Bunu da dile getirmekten çekinmezdi.
Sevgili ………..,
Fotoğrafları aldım. Teşekkürler. Sağlık, afiyet dilerim.
*Son şiirin iyi değildi.
Hayat mı Sanat mı?
Kutlu, samimi ve dürüsttü. Bir insana boş ümitler vererek onun yanlış alanda emek vermesine sebep olmak yerine hayata yönlendirmeyi tercih ederdi.
Kardeşim ………..,
(…) bana kalırsa da akademik çalışmalarına devam et. Kimseye şiir yasaklanamaz. Elbette hem yazar hem okursun. Ama hobi olarak. Bilvesile selamlar.
Kardeşim ………..,
Mektubunu, şiir ve hikayeleri aldım. İlgine teşekkür ederim. Ne kadar güzel bir mektup yazmışsın. Oradan anlıyorum ki hayat seni Hakk’a yakınlaştırmış. Bence ayrıca yazıya-şiire gerek yok. Zaten onlar kıvamını bulmamış. Belki “hobi” olarak uğraşırsın. Ama ev-çocuk-eş-iş-komşu-dost-tabiat bunların içinde olgunlaşan, Hakk’ın rızasına yürüyen bir hayat. Ne güzel.
Ben hayatı sanattan daha önemli görürüm. Bir ağacı tasvir etmektense gölgesinde bir bardak çay içmek isterim.
Rabbim şükrünü, ömrünü artırsın. Benim için de dua et.
Çok selam.
“Bir ağacı tasvir etmektense…” görüşünün Kutlu’nun gerçek ve samimi düşüncesi olduğunu defalarca gördüm. Kitaplarında çiçeklerden bahsetmek için çiçeklere bakmaz, çiçeklere bakmayı sevdiği için kitaplarında da onlara yer verirdi. Bir gün masamda sümbül soğanı görmüş, “Çıksın da bizim de gözlerimiz bayram etsin.” demişti.
Bu noktada şu kadim “Sanat sanat için midir yoksa toplum için midir?” tartışması geliyor akla. Bunun cevabı çok basit. Kendinde başlayıp kendine dönen şey kısırdır. Aracın amaca dönüştüğü yerde sorunlar patlak verir. Harekete geçen her şeyin bir hedefi olmalı, çıktığı yerden başka bir yere varmalıdır. Tıpkı yaydan fırlayıp uzaktaki hedefine ulaşan ok gibi. Dünya bile kendi yörünge hareketini tamamladığında başladığı noktaya varmaz, çünkü Güneş Sistemi de Samanyolu içerisinde sarmal bir hareket ile durmadan ilerlemektedir. Dolayısıyla sanat, sanat için olamaz. Mutlaka bir başka hedefi olmalı, bir yere ulaşmalı ve muhatabını daha iyi bir yere taşımalıdır.
Mustafa Kutlu’nun yanında olduğum müddetçe “sanat hakikat içindir” düşüncesiyle yaşadığına ve bunu da tavsiye ettiğine pek çok kere şahit oldum. Bir seferinde masamda ünlü, uluslararası, mistik romanlardan birini görmüştü. Kolay kolay bir şeye karışmazdı ama o gün uyarmıştı: “Bunlarla vakit kaybetmeyin, okuyacaksanız İbn Ataullah’ın Hikem-i Ataiyye’sini okuyun. Ben gençliğimde okumadığım için çok pişmanım.” Onun tavsiyesini dinleyip bahsettiği eseri okuyunca ne demek istediğini anladım. Hikmet kırıntıları için koca bir kitapla vakit kaybetmek yerine her cümlesi ayrı kitap olacak değerde bir kitabı düşüne düşüne, döne döne okumak gerekmez miydi? O gün masamda duran kitabı bitirdikten sonra tekrar okumadım ama Hikem-i Ataiyye’yi hâlâ açar açar okurum.
Bir defasında da yine keyifli keyifli yanındakilerle sohbet ederken ben de sözlerini not etmişim. Orada Kutlu berrak şekilde sanattaki niyetini, amacını anlatıyor:
Dedem musikişinas ve hattatmış. Ondan bana pek çok şey geçmiş ama babam bana öğretmedi yazmayı. Çok isterdim bana öğretsin, yazısı güzeldi. İyi bir hattatla, iyi bir ressamla karşılaşmayı çok isterdim. Çok şükür boş geçirmedik ömrümüzü, bir şeyler yazdık. İnşallah hesabımız kolay olur. Ama gençlikte daha güzel işler yapabilirdik. Mesela benim oğlana ben dinî bir şey veremedim fazla. İlmihal filan okuttuk ama bizim oğlan pek sofu çıktı (burada gülüyor). Pazartesi-perşembeleri oruç tutuyor. Öyle mutlu oluyorum ki! Bir kitap yazsa ya da iyi bir yere müdür olsa o kadar sevinmem.
Her şey o kadar boş ki… Hiçbir şeye kafayı takmayın, üzmeyin kendinizi. Gençliğinizde öteki tarafa bol bol yatırım yapın. Hadi bu kadar nutuk yeter!
Onun düşüncesine göre herkes yazmak zorunda değildi ama illa yazacaksa o zaman da bunun birtakım fedakârlıklarının olması gerekirdi. Bir gün ziyaretine gelen 2 gence “İlim ve sanatla uğraşacaksanız siyaset ve ticaretten uzak durun.” demişti. Çünkü kimi uğraşlar birbirini destekleyip beslerken, kimileri de birbirine köstek olur. Tıpkı istilacı dev nilüferin büyürken diğer bitkileri dikenli yapraklarıyla baskılayıp kendine yer açması gibi. Bu türden bir seçimle insan karşı karşıyaysa mutlaka vazgeçişlerinin olması gerekiyor ki yolu açılsın, ilerlesin. Yani orada da sadeleşme çıkıyor karşımıza.
İşte bu yazının başlığını seçerken de temaya
yaraşır titizlikle, fazlalıkları atıp güzel olanı seçmek için gayret edince inayet-i
ilahiye yetişti. Farsçadan dilimize geçmiş “billûr” kelimesi “kristal, parıltılı, ışıklı, saf, çok temiz,
duru, pürüzsüz, berrak” gibi anlamlara geliyor. Yılların eskitemediği kaliteli
edebî metinler de bu özellikleri haiz değil midir? İyi yazarlar-şairler bir
derdi, bir duyguyu, bir olayı, bir durumu berraklaştıran ve kendi sade ışıltısıyla
okura sunarak bir yaraya derman olan değil midir? Bunun yerine melankolik
şikayetler edip bireysel bunalımlarını etrafa gelişigüzel saçmakta bir amaç var
mıdır? Yûnûs’ça soracak olursak, bu yâ nice yazmaktır?..
[1] “Tıp ilmini iki beyitte topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır: Yediğin vakit az ye, yedikten sonra dört-beş saat kadar yeme. Şifa, hazımdadır. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemeği yemek üstüne yemektir.”
[2] Kutlu, Bu Böyledir, Dergâh Yay., 2007, s.43
[3] Kutlu, Sır, Dergâh Yay., 1994, s.54
[4] Kutlu, Hüzün ve Tesadüf, Dergâh Yay., 2020, s.68
[5] Kutlu, Hüzün ve Tesadüf, Dergâh Yay., 2020, s.15
[6] Kutlu, Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı, Dergâh Yay., 2021, s.127
[7] Kutlu, Kapıları Açmak, Dergâh Yay., 2020, s.144
[8] Kutlu, Bu Böyledir, Dergâh Yay., 2007, s.14
[9] Kutlu, Beyhude Ömrüm, Dergâh Yay., 2021, s.208-209
[10] Kutlu, Bu Böyledir, Dergâh Yay., 2007, s.73
[11] Kutlu, Bu Böyledir, Dergâh Yay., 2007, s.57
[12] Kutlu, Yokuşa Akan Sular, Dergâh Yay., 2021, s.8
[13] Kutlu, Bu Böyledir, Dergâh Yay., 2007, s.19
[14] Kutlu, Hayat Güzeldir, Dergâh Yay., 2021, s.9-10
[15] Kutlu, Bu Böyledir, Dergâh Yay., 2007, s.9
[16] Kutlu, Kapıları Açmak, Dergâh Yay., 2020, s.87
[17] Kutlu, Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı, Dergâh Yay., 2021, s.95
[18] Kutlu, Hüzün ve Tesadüf, Dergâh Yay., 2020, s.52
[19] Kutlu, Kapıları Açmak, Dergâh Yay., 2020, s.51
[20] Howard S. Becker, Sosyal Bilimcilerin Yazma Çilesi, Heretik Yay., 2015, s. 55
[21] Mahremiyeti korumak adına şair ve yazarların isimlerini gizledik.
[22] Kitsch: (Alm.) Herhangi bir sanat akımı kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmayan, kitleler için tasarlanmış ve büyük çoğunluk tarafından beğenilen kültür ürünlerini niteleyen ifade.
[23] Kutlu, Rüzgârlı Pazar, Dergâh Yayınları, 2021, s.7